Cumhuriyet ve ötesi

Cumhuriyetinin 100. yılını kutlamaya hazırlanan toplumların neşeli olması beklenir elbette. Ancak bizim ülkemizde 100. yıla bir hayli kederli girdiğimizi gizleyecek değiliz. Nedeni de gayet basit: Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamaya yaklaştığımız Türkiye’de aslında bir cumhuriyetin olmaması.

29 Ekim’de Cumhuriyet’in 99. yılını kutlayacak ve 100. yılına adımımızı atacağız.

Cumhuriyetinin 100. yılını kutlamaya hazırlanan toplumların neşeli olması beklenir elbette. Ancak bizim ülkemizde 100. yıla bir hayli kederli girdiğimizi gizleyecek değiliz. Nedeni de gayet basit: Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamaya yaklaştığımız Türkiye’de aslında bir cumhuriyetin olmaması.

Evet, Türkiye’de devlet biçimi ve siyasal rejim hala Cumhuriyet olarak adlandırılıyor, daha doğrusu bu adlandırma hala korunuyor. Ama Türkiye’deki Cumhuriyet’in ne düşüncede ne ilkede ne de fiilde cumhuriyet ile bir ilgisi bulunuyor.

Ancak, her ne kadar Cumhuriyet’i artık kaybetmiş olsak da onun 100 yıl içerisinde ürettiği, büründüğü ve kökleştirdiği bazı değer ve mevzilerin yeni bir cumhuriyet düşüncesinde cisimleşmek üzere varlığını sürdürdüğünü, var kalmak için çaba harcadığını da söylememiz gerekiyor. Bu bakiye ise, çağımızda ve ülkemizde sosyalist mücadelenin kitleler ölçeğinde siyasallaştırabileceği son derece önemli bir çatışma alanını işaret ediyor.

***

İngiliz Marksist tarihçi Christopher Hill, bir tarihsel sürecin “ilerici” olup olmadığına karar vermek için şu ölçütü öneriyor: Verili bir anda mümkün olan tüm alternatifler arasında, “o” eğilimin yokluğunun daha iyi bir geleceğe ulaşılmasını engellemesi. Diğer bir deyişle, Türkiye’de cumhuriyet fikrini bağımsızlık ve modernleşme vizyonuyla birleştiren siyasal çizgi eğer hiç var olmasaydı daha iyi (daha ileri, daha eşitlikçi, daha gelişmiş vb.) bir toplumsal düzene geçişimiz mümkün olur muydu, olmaz mıydı?

Kuşkusuz, bu soruya verilecek yanıtın mantıksal değil tarihsel olması zorunludur. Soyut ya da mantıksal açıdan verili bir konjonktürdeki cumhuriyetçi siyasal çizgiden daha ileri bir siyasal çizgi tahayyül edilebilir elbette; ancak bizzat o konjonktürde böylesi bir çizginin gerçek alternatifler arasında olup olmadığına somut olarak yanıt vermek gerekir.

Ve bizim ülkemizin tarihine baktığımızda, bu soruya verilebilecek yanıt şu olmalıdır: Türkiye’de cumhuriyet fikrini sırtlanan kadro birikiminin alternatifi “Hürriyet ve İtilaf” ekolüdür. Akla komünistler de gelecektir elbette; İstanbul’da, Anadolu’da ve Sovyet yurdundan ülkeye doğru gelmekte olan komünistler bir varlık kazanmışlardır, ama o an için bir iktidar alternatifi olduklarını söylemenin imkanı yoktur. Dolayısıyla, Türkiye’de 1923’te cisimleşen Cumhuriyet projesinin alternatifi, sosyalist bir Türkiye değil, saltanat Türkiye’sidir.

Cumhuriyet, sadece emperyalist işgale, Saray’a ve hilafete karşı değil aynı zamanda “Hürriyet ve İtilaf” ekolünün uzantılarına, onların ülke ve gelecek vizyonuna karşı kazanılmıştır. Haliyle, sadece geride bıraktığı Osmanlı düzenine kıyasla değil aynı zamanda en yakın alternatifine kıyasla da ilericidir.

Türkiye’de Cumhuriyet, “Hürriyet ve İtilaf”ın yenilgisi sayesinde kurulmuştur. Ve Türkiye’de Cumhuriyet, 100 yıl içerisinde “Hürriyet ve İtilaf” tarafından ele geçirilip çökertilmiştir.

***

Yukarıda “Hürriyet ve İtilaf” olarak tanımladığım siyasal çizgi, elbette, bir benzetmedir. Öte yandan, 100 yıllık Cumhuriyet tarihi içerisinde DP’den AP’ye, MSP’den AKP’ye, TÜSİAD ile MÜSİAD’a, ABD ve NATO dostluklarına uzanan, her dönem farklı siyasal gündem ve taleplerle öne çıksa da özünde Türkiye’de Cumhuriyet’in tenzilatını esas hedef olarak seçen bir siyasal bilinçten, partileri ve kişileri aşan bir misyondan söz ediyorum.

Bu sözlerle CHP’yi bir kenara ayırıyor ve Türkiye tarihinin tüm sorumluluğunu Türk sağına yıkıyor değilim. Daha bağımsızlık savaşı yıllarında bile sola ve halkçı eğilimlere göz açtırmayan kurucu iradeden başlayarak, Türkiye’de Cumhuriyet’in solsuz bir rejim olarak tasarlanması ve bizzat CHP tarafından Cumhuriyet’in cumhuriyet düşmanlarına teslim edilmesi üzerinde tartışmaya gerek olmayan açıklıkta gerçeklerdir. Bunu mümkün kılan, yani hem Cumhuriyet’i hem de onun düşmanlarını bir araya getiren kement ise Türkiye sermaye sınıfının çıkar ve beklentilerinden başkası değildir.

Türkiye’de Cumhuriyet, daha ilk anlarında bile sermaye sınıfına fazla bol gelmiştir. Türkiye sermaye sınıfı bir cumhuriyet değil egemenlik peşinde olmuş, o dönemin kurucu iradesi burjuvazinin mevcut vizyonunu aşan bir Cumhuriyet’in kuruluşuna yöneldiğinde de belirgin tepki göstermiş, nihayetinde karizmatik liderinin ve siyasal tekelinin yokluğuyla birlikte Cumhuriyet’in fazlalıklarını törpülemek için süreklileşmiş bir saldırı içinde olmuştur.

Bu saldırının bugün geldiğimiz noktaya varmasının 100 yıl alması, cumhuriyetin Türkiye toplumu içinde kök salmasının, kimi halkçı değer ve imgelerle buluşmasının, ilerici yanlarının devletten tasfiye edildikçe halk içinde birikmesinin bir sonucudur. Bunun 100 yıl boyunca olduğu gibi şimdi de bir şans sayılması gerektiği ise açıktır.

***

Geldiğimiz noktada, Türkiye’de Cumhuriyet adlandırması hala korunsa da bir cumhuriyetten söz edilemeyeceğini tekrarlamış olalım. Bu ilginç durumu anlamlandırmak için ise Kristin Ross’un Ortak Lüks kitabında kullandığı bir kavrama başvuralım: “Survie”.

Ross’a göre “survie”, bir eylemin, kendisinden sonraya bıraktığı etkilerden farklıdır; yaşanmış bitmiş bir olayın bir süre daha hafızalarda yer etmesinden ve sonraki olaylara yön vermesinden daha fazlasını ifade eder. Tam anlamıyla “survie”, kendisini yaratan ve görünür kılan maddi zemin ortadan kalktıktan sonra bile varoluşunu sürdüren olaydır. “Survie”, beden yok olsa da var olmaya devam eden dirimdir adeta.

İşte artık Türkiye’de hukuku, kurumları, kadroları veya idari aygıtları açısından ortadan kalkmış, yok edilmiş bir Cumhuriyet’ten söz ediyoruz. Ama cumhuriyetçilik, maddi zeminini kaybetmiş bir program olarak, biçimi imha edilmiş bir içerik olarak, bedenini yitirmiş bir dirim olarak varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet, sona ererken, aynı zamanda varoluşunu bir olay olarak sürdürmüş; bedenini yitirirken dirimini özgürleştirmiştir.

Son yıllarda birçok kılıkta tanık olduğumuz halk muhalefeti, sahipsiz ve temsilcisiz bırakılmış, kaderine terk edilmiş bir fikrin “survie”sidir.

Bu fikrin ve onu taşıyan toplumsallığın ortaklaştırıcı ve siyasallamış talep ve itirazları da az çok belli olmuş durumda. Bu noktada ihtiyaç duyulan şey, söz konusu gücü canlı bir kitlesel harekete dönüştürecek müdahale.

Yani ihtiyaç cumhuriyetin “survie”sine, ülkenin üzerinde gezinen hayalete can ve kan verecek, bedenini arayan dirimi ete kemiğe büründürecek bir siyasal ve toplumsal mücadele kulvarının inşa edilmesi.

İkinci bir yüzyıla adım atmak üzereyken, halkçı ve eşitlikçi bir “yeni cumhuriyet” için yürütülecek mücadelenin başarısı için tek yol bu gibi görünüyor.

Bu yol ise, muhtemelen cumhuriyetin de ötesine götürüyor.