Siyasi mücadelelerin bir parçası olarak (soğuk veya sıcak) savaşların, diplomasinin veya müzakere süreçlerinin kendine has kuralları vardır.
Taraflar öncelikle kendilerinin ve rakiplerinin güçlü/güçsüz yönlerinin ayırdında olmalıdır. Kurulacak strateji ve izlenecek taktik hamleler ancak böylesi bir kavrayış sayesinde geliştirilebilir.
İkincisi, güçlü yönlerinizi ve hasmınızın zayıflıklarını tespit edebilmek, çoğu zaman, çevrenizde sizi sarmalayan, benzer fikirlere sahip ve benzer kaynaklardan beslenen kişilerin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmakla mümkündür. Kendi mahallenizin dışından nasıl göründüğünüzü dikkate almalı ve karşı mahalleye, bulunduğunuz konumun ötesinden ve üstünden bakabilmeye gayret etmelisiniz.
Bu yazı bağlamında değineceğimiz bir diğer kural, mücadelede hiçbir öznenin kendi güçlü yönünden veya önemli kazanımından bile isteye, duygularına veya vicdanına yenik düşerek vazgeçmeyeceğidir. Bu kazanımlara ilişkin yürütülüyor gibi görünen müzakerelerde aslında başka bir taviz koparma, farklı bir konuda geri adım attırma hedeflenmektedir. Yoksa aklı başında hiçbir özne rakibinin elindeki silahını teslim etmeyeceğini bilir; esas amaç o silah ateşlendiğinde minimum hasar oluşturacak koşulları yaratmaktır.
Ve son olarak… Bir kere yaptığınız ama sonuç alamadığınız hamleyi koşullarla veya değişkenlerle oynamadan tekrarladığınızda bu kez daha büyük bir hüsranla karşılaşmanız kaçınılmazdır. Zaten başarısız olan hamleniz bu kez karşı tarafça da öğrenilmiş olacak ve muhtemelen daha şiddetli bir darbeyle karşılaşacaksınız.
***
Bir köşe yazısı için uzun sayılabilecek bu giriş, Saray Rejimi’nin son dönemde bir kez daha başvurduğu “darbe yaygarası çıkarma” yöntemine ve solun dönemsel mücadele çizgisine dair yürütülen tartışmalara katkı koymak üzere kaleme alındı.
Bir önceki yazıda, AKP’nin darbelerle doğduğuna, darbe söylentileriyle güçlendiğine değinmiştim. Bu tespit, 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon/Balyoz ve 15 Temmuz süreçlerinin tamamı için geçerlidir.
Saray Rejimi, deyim yerindeyse, bağımlısı olduğu “darbe” kozuna bir kez daha başvurmaktadır. Ancak, bugünkü girişimini öncekilerden ayırt eden noktalar da vardır.
Yeni girişim, bir siyasi mühendislik projesinden çok sıkışan öznenin imdat çekicine sarılmasını andırmaktadır. Bu yönüyle, iktidar için, geçmişe nazaran dezavantajlı bir tablo olduğu söylenebilir.
Sıkışmanın ana gerekçesini ise ekonomik yıkımın yol açtığı kitlesel ve derin rahatsızlık oluşturuyor.
Gezi günlerinde yüzleştiği topumsal direnç karşısında, ülkeyi ancak faşizmin dozunu artırarak yönetebileceğine kanaat getiren iktidar partisi, bu kez “rahatsız” kesimlerin genişlediğini gözlemlemektedir. Çareyi ise eski bildik yöntemde aramaktadır.
Bu dezavantajlı pozisyon önemlidir ancak madalyonun yalnızca bir yüzünü oluşturmaktadır.
Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda, darbe yaygarasıyla köpürtülecek yeni faşizm dalgasının eskiye nazaran daha donanımlı olduğunu görürüz.
Sevda Noyan örneği, “silahlanmanın” yalnızca magazini, Televole’sidir. Sorun onunla sınırlı değildir.
İktidar, 15 Temmuz öncesi, sırası ve sonrasında yeni tip kontrgerilla örgütlenmesinde önemli mesafe kat etti. SADAT yapılanması, yüz bin kayıp silah vakası, ordu ve polis teşkilatındaki dönüşümler, savunma sanayisine yapılan yatırımlar, yandaş medya ve Diyanet’in toplumsal muhalefete karşı savaşın ideolojik üsleri haline getirilmesi, hep bu donanımın parçalarıdır.
***
Karşı mahallede vaziyet böyle. Ya bizim mahalle?..
Bizim tarafta, “yankı fanusu/odası” etkisi çok belirgin. İçinde bulunduğumuz küçük odada, kendi görüşlerimizi, yargılarımızı destekleyen seslerin kuşatması altındayız. Vicdani/duygusal ve haklı tepkilerimizin ortalığı sarstığı fikrindeyiz. Belki de doğru… Ama maalesef sonuç alıcı değil.
Saray’ın darbe girişimi, kendi odamızda yarattığımız gürültüyle önlenmeyecek.
RTÜK üyeleri, “çok haksızlık ettik cezaları iptal edelim” demeyecek örneğin…
Sevda Noyan’a silahı dağıtan el, bunları geri toplamayacak…
Yeni tip kontrgerilla, “yahu biz ne yapıyoruz, kardeşi kardeşe kırdırmayalım” demeyecek…
Tüm bu başlıklarda yan yana durmak, gür bir ses çıkarmak elbette çok önemli. Özgürlüklerimiz için, adalet için elbette birleşeceğiz.
Ancak…
Saray’ın “darbe yaygarası” minderini niye serdiğini de unutmayacağız.
O minder, geleneksel olarak iktidara yakın kesimler içinde dahi yükselen tepkileri bastırmak, safları sıklaştırmak, yandaşlarına dostu-düşmanı bir kez daha belletmek için serildi. Medya, Diyanet, yargı, silahlı güçler, çeteler gibi dayanaklara güvenilerek, “kim daha terörist, kim daha darbeci” tartışmasına girildi.
Oysa son birkaç ay bize gösterdi ki;
Sosyalistler, emekçilerin gündem ve taleplerinin temsilcisi olabildikleri ölçüde toplumsal muhalefetin öncü gücü olabiliyor.
Sosyalistler, özgürlüklere saldırı gibi, hukuksuzluk/adaletsizlik gibi, doğanın talan edilmesi gibi, yobazlık gibi meseleleri emekçinin küçülen ekmeğiyle ilişkilendirebildikleri ölçüde topluma umut veriyor.
Hasmımızın zayıflığı, bizim gücümüz buradadır.
Bir büyük kavganın tam içindeyiz.
Ve bu kez güçlü kolumuzla yumruğumuzu vurmaktan geri durmayacağız.