15 Temmuz’u devirip 16 Temmuz sabahına uzanırken, darbe girişiminin başarısızlığı artık resmi olarak da kayıtlara geçirilmişti. Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin hemen ardından gelen hiddetli demeçleriyle birlikte, Türkiye’de bir karşı-darbe girişiminin yürürlüğe konduğu da açığa çıkmış oldu.
Bu durum, biraz doğal biçimde, ülkede AKP iktidarının kalıcılaşmasından endişe duyan geniş kesimlerde bir moral bozukluğu da yarattı haliyle. O günden bu yana süren ve artık açık bir diktatörlüğe gidiş olarak tanımlamakta beis olmayan gelişmeler, bu moral bozukluğunu çeşitli boyutlarıyla pekiştirdi.
Tablo buyken, pembe hayaller ya da iyimser masallar anlatmayacağız tabi. Ülkemiz son derece zor ve karanlık bir sürece sokulmuştur. Darbe girişimini savuşturmuş olan Saray Rejimi, sadece darbecilere değil, tüm ilerici-muhalif kesimlere göz açtırmamak için bütün gücü ve vahşiliğiyle abanacaktır. Zaten paçavraya dönmüş hukuk sistemi, artık tamamen rafa kaldırılacak; akademiden eğitime, medyadan güvenliğe kadar her alanda diktatörlük rejiminin kuralları geçerli olacaktır.
Peki, bu nokta, bir karabasanın hızla üzerimize doğru çöktüğü bu an, bütün bu öykünün son sahnesi mi?
İşte bu soruya yanıt verirken fazla aceleci olmamakta, hemen yelkenleri suya indirmemekte, deyim yerindeyse enseyi karartmamakta fayda var. Çünkü son 4-5 günde izlediğimiz süreç, darbeyi savuşturmuş bir muzaffer başkomutanın öyküsü olarak gözümüze sokulsa da 15 Temmuz akşamı itibariyle masaya dizilen bir dizi kriz başlığı orta yerde durmakta, meydanlardaki tamtam ayinlerinin sona ermesini, görüşü engelleyen toz dumanın kalkmasını beklemektedir.
Mao’ya nazire yaparcasına söylersek, 15 Temmuz’dan bu yana ülkede muazzam bir kaos yaşanmaktadır. Peki, öyleyse bundan sonra işler iyi gidecek diyebilir miyiz?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için, darbe girişiminin ardından içine yuvarlandığımız kaosu, bu kaosun ortaya çıkarabileceği muhtemel gerilimleri, bu gerilimlerle başa çıkma yollarının olup olmadığını, en önemlisi ise bu sallantılı gidişatta sola bir yer kalıp kalmadığını düşünmeye başlamak için vakit kaybetmemeliyiz.
Ancak tahminler ve ihtimaller düzeyinde konuştuğumuzu unutmayarak. Zira Aristoteles’in dediği gibi, doğası gereği kesinliğe izin vermeyen konularda kesinlik aramamak bilge insanların özelliğidir.
Öncelikle, halihazırda devlette ve orduda derin bir tasfiye ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kadro eksikliği vardır. Sonuçlandığında on binlerce insanın devlet içindeki yerlerinden edilmesi beklenen cadı avının ardından, boşalan makamlara kimlerin getirileceği merak konusudur. Erdoğan’ın yaverinin bile darbeci çıktığı bir ortamda, on binlerce yeni kadroyu güven içinde atamak pek mümkün değildir herhalde. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde devlet aygıtının tümüyle dağıldığı bir süreç yaşayacağımız neredeyse kesindir.
Dünden beri konuşulanlara bakılırsa, orduda boşalan yerlere daha önce Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda görevden uzaklaştırılan isimlerin getirilmesi söz konusudur. Bunun, ordunun Erdoğan karşısındaki rolünü kuvvetlendirecek ve olası gerilimlerde askerin masaya daha güçlü oturmasına yol açacak bir durum olduğu ise kanıta gerek duymaz herhalde.
Yine zaman zaman dillendirildiği gibi, NATO’dan çıkma planları da bu çerçevede ele alınmalıdır. Türkiye, devasa ordusu ve stratejik rolü nedeniyle, NATO’dan çıkışına izin verilecek bir ülke değildir. NATO açısından, böyle bir ihtimal belirdiğinde, gözden çıkarılacak olan ordu değil, başkalarıdır.
Bir başka konu ise, başta ordu olmak üzere, devlet aygıtının yeni kadrolarla ve yeni düzenlemelerle yeniden yapılandırılması sırasında, hem ulusal hem de uluslararası ortaklarla yaşanması muhtemel gerilimlerdir. Açık ki, ordunun yapısı fiilen dağıtılmıştır ve bu yapıyı Erdoğan’ın keyfinin istediği doğrultuda yeniden düzenlemesinin sınırları olacaktır. Çünkü bu ordu Erdoğan’ın değil, NATO’nun ordusudur.
Önümüzdeki süreçte devletin ve ordunun yeniden yapılandırılmasında ABD ve diğer emperyalist merkezlerin taleplerinin olmayacağını düşünmek saflık olacaktır. Ancak bu talepler, ikili ilişkilere düşen kara bir gölgenin altında müzakere edilecektir. Yani, başta ABD olmak üzere, uluslararası emperyalist odakların darbe girişimi sırasında ağırdan alan tavırları da mutlaka not edilmiştir ve önümüzdeki sürecin muhtemel gerilim başlıklarından biri olarak masada yerini almıştır.
Devam edelim. İdam cezasının yeniden yasalaştırılması deniyor. Ancak bu da göründüğü kadar kolay olacağa benzememektedir. AB’nin “idam cezası gelirse üyelik imkansız” açıklamasının ötesinde, Türkiye’de ordu komutanlarının idam edilmesi pek de “kabullenilir” bir olay olarak karşılanmayacaktır. AKP’nin idam cezasını bir de Öcalan için devreye sokması ise, Türkiye’de iç savaşın bir başka cephesini açmak anlamına gelecektir. Öcalan’a işletilmeyen bir idam cezasının askere işletilmesi ise, AKP’nin milliyetçi tabanına ve müttefiklerine izah etmesinin imkansız olduğu bir başka yarılmaya neden olacaktır.
Buna benzer ve belki de toplumsal algıda açtığı yara sonucunda etkileri çok daha şiddetli olacak bir başka durum da sokağa salınan yobaz linç timlerinin erlere karşı sergilediği vahşettir. Aynı şekilde, komutanların ve subayların polisler tarafından dövülmesi, aşağılanması, işkenceye maruz bırakılması, Türkiye halkının geniş bir ortalamasının alkışlayacağı bir şey değildir. Darbeyi savuşturmuş olmasına rağmen, şu anda AKP’ye yönelik öfkenin en canlı damarlarından biri burada atmaktadır.
Türkiye’de askerin ve ordunun özel yerini az çok bilenler, linç ve işkence görüntülerinin ordu içinde de büyük bir öfke yaratacağını tahmin edebilir. Bu manzara, muhtemelen, akıllara kazınmıştır ve bir fırsat doğduğu anda ordunun bunun hesabını görmek istemesi beklenmedik bir şey olmayacaktır.
Darbe girişimindeki rolü hala tartışmalı olan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın konumu da aynı nedenden ötürü sıkıntılıdır. Askerine, subayına sahip çıkamamış, onları linç edip işkenceden geçiren güruha cevap verememiş bir komutanın, her an aşağıdan gelebilecek yeni bir girişim ihtimalini hissetmemesi, gece rahatça uyuyabilmesi imkansızdır.
Darbe girişiminin başarısızlığı belli olduğu anda, televizyonlarda ve medya organlarında “Türkiye’de artık darbe olamayacağı bir kez daha kanıtlandı” türünden bilgiçlikler de sergilendi. Acaba öyle mi, yoksa tam tersi mi?
Çok sınırlı bir asker gücüyle yapılan ve hiçbir koordinasyon ve beceri emaresi göstermeyen bir girişimin yarattığı panik ortadayken, bu tür lafların mezarlıkta ıslık çalmaktan öte bir anlamı olmasa gerek. Yaşananlara bakarsak, birkaç kritik hamle ile başarıya ulaşması mümkün görünen bu darbe girişimi, olsa olsa Türkiye’de bir darbe yapmanın ne kadar kolay olduğunu göstermiş sayılmalıdır. Kuşku olmamalı ki, bu kolaylığı sadece darbe niyetlileri değil, Erdoğan’ın kendisi de görmüştür.
Sıralayacak çok şey var. Ancak yerimiz sınırlı. Artık toparlayalım.
Baştan bu yana göstermeye çalıştığımız şey, darbe girişimini savuşturmuş olan Saray Rejiminin artık daha güçlü ve engellenemez addedilmesinin o kadar da doğru olmadığı aslında. Erdoğan’ın darbeden kurtulmak için ve kurtulduktan sonra kendisini attığı yer, bir iğneli beşiktir.
Evet, şu anda kent meydanlarında bir zafer havası estirilmeye çalışılıyor, ancak bir kısmına burada değindiğimiz onlarca kriz başlığı da masada bekliyor.
Erdoğan, bu kritik kavşakta devrilmemeyi başardı, ancak 14 Temmuz’da kucağında olmayan onlarca kriz ihtimaliyle birlikte.
Ve bu kriz ihtimallerinin bir kısmı, Erdoğan’ın boyunu aşacak derinlikte.
Bu koşullarda, gelecek günlerden korkması gereken bizler değil, bizzat Erdoğan’ın kendisidir.
Her an yenilerinin eklenmesiyle genişleyen bu kriz başlıkları, önümüzdeki dönemde AKP karşıtı mücadelenin üzerinde sürdürüleceği zemini de çevreleyip sarsacağı için önemlidir ve solun, önümüzdeki günlerde yaşanacak zor günleri düşünerek karalar bağlaması yerine gözlerini dört açması ve hazırlıklarını keskin bir mücadele için hızlandırması gerekmektedir.
Zira, 15 Temmuz’un bize de gösterdiği bir şey varsa, o da AKP’yi devirecek olan gücün halkın örgütlü mücadelesinden başka bir şey olmadığıdır.