CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan başlattığı ve İstanbul Maltepe’de milyonlarca yurttaşın katılımıyla sona eren Adalet Yürüyüşü, çok çeşitli açılardan tartışılmaya devam ediyor. Kuşku yok ki sosyalist hareketin tartışma gündemi bir açıdan Adalet Yürüyüşü’nü içerecektir, bir başka açıdan ise onun ötesine geçmek durumundadır.
Dahası, sosyalist hareketin Adalet Yürüyüşü’ne yaklaşımı da bu noktayla benzerdir: Hem yürüyüşün yarattığı kitlesel motivasyonu güçlendirmeye çalışmak, hem de yürüyüşün hedeflerinin ötesine geçmenin yollarını bulmak.
İş “ötesine geçmek” oldu mu hemen herkes kast edilenin ne olduğunu anlamakta ve yine neredeyse bütünüyle buna hak verilmektedir. Bu ülkede yüz yıllık güçlü bir geleneğe sahip olan sosyalist hareketin Adalet Yürüyüşü’nün sınırlarına çekilmesi söz konusu olabilir mi?
Ancak “güçlendirme” dendiğinde üst üste gelen dalgalar kıyıları dövmeye başlar. Ne işbirlikçilik, düzene teslim olmuşluk kalır ne de liberallik, kuyrukçuluk. Hani gören duyan da sanacak ki kendilerinin...
Neyse.
Meczupluk ocağına dönüşmüş tarikatlar için yer ayırmak lüks olacak.
***
Şuradan devam edelim: Türkiye’nin bugünkü koşulları altında, nasıl ki AKP herhangi bir burjuva partisi, Saray Rejimi de herhangi bir rejim değilse, AKP’nin alaşağı edilmesi, Saray Rejimi’nin yıkılması da herhangi bir rejim değişikliği olmayacaktır.
Rejim/hükümet ile düzen arasındaki farklar ve örtüşmeler marksist kuram ve yöntem açısından yeni bir keşif değildir. Ve tam da bu kuram ve yöntemin ilkelerine uygun bir çözümlemeye dayandığımızda, günümüz Türkiye’sinde Saray Rejimi ile mücadelenin sermaye düzeni ile mücadelenin koçbaşı olduğunu söylemek zorunda kalırız.
Türkiye’de rejim sorunu ile düzen sorunu, muhalefet sorunu ile iktidar sorunu, kurtuluş sorunuyla devrim sorunu (tamamen olmasa da büyük ölçüde) örtüşmüştür. Sermaye düzeninin yıkımı ve tasfiyesi, Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin başarısına ve devredeceği kazanımlara bağlıdır.
Bu kurucu bir saptamadır, yani kendisinden sonraki siyasal ve pratik süreçlerin hem içeriğini hem de yönünü belirlemektedir.
***
Ortada sadece bir saptama ve onun sonuçlarına dair tartışma yok tabi. Bir de sosyalist hareketin pratiğine sinmiş ilkellikler söz konusu.
Bilinçlenme, siyasallaşma, süreklileşme...
Bu üç kavram yukarıda bahsettiğimiz ilkelliğin en fazla sömürdüğü veya istismar ettiği alanlara dairdir.
Oysa teoride ve tarihte gerçekler açıktır.
Bilinçlenenin, kendisine aktarılan bilinci edinenin mücadele ettiği, açıkça yanlış bir fikirdir. Aksine, kitlelerin hareketliliğinin ön koşulu bilinçlenme değil, mücadeledir. Dolayısıyla, bilinçlenenin mücadele etmesindense, mücadele edenin bilinçlenmesi daha doğru bir beklentidir.
Siyasallaşma, geniş kitleleri çeşitli odaklara veya hedeflere önsel olarak kilitlemez. Aksine bu, siyasallaşma eksikliğinin, depolitizmin bir sonucudur. Siyasallaşma düzeyi arttıkça kitlelerin arayış yönleri çeşitlenir, daha önce denenmemiş önerilere eğilimi, bu arada devrimci talep ve gündemlere ilgisi artar. Bu açıdan, siyasallaşma devrimci mücadelenin ve örgütlenmenin verimli toprağıdır. Kitlelerin siyasallaşma düzeyini artıran her fırsat değerlendirilmek durumundadır.
Sürekliliğin tepkisellik ile değil, kararlılık ile kazanılacağı bellidir. Ancak tepkisel çıkışlarla (bunların tekrarlanmasıyla) edinilmeyen bir kararlılık ve süreklileşme de mantığa aykırıdır. Dolayısıyla, bir hareketliliğin tepkisel olmasında sorun aramaktansa, onu süreklileştirecek ve kararlılık kazandıracak dirayeti ve girdileri sergilemek gereklidir.
Bu üç başlık üzerinden gidildiğinde bile, sosyalist hareketin (tuzu kuru liderlerinin sultasındaki birkaç küçük ekibi saymazsak) Adalet Yürüyüşü’nün halkta yarattığı hareketliliğe müdahale yolları aramasının doğal olduğu görülebilir.
Dahası, ortada bir öncülük iddiası varsa, bunun sınanacağı yegane kulvar da bilinç/mücadele, siyasallaşma/arayış ve tepki/süreklilik dengesinin oturduğu bu eksendir.
***
Saray Rejimi ile mücadeleyi sermaye düzeniyle mücadelenin koçbaşı olarak değerlendiren; kitlelerin yenilgi ve yılgınlık yerine mücadele azmi ve motivasyonu kazanmasını önemseyen; siyasallaşma düzeyinin artmasını devrimci kulvarın güçlenmesi için bir örgütlenme imkanı olarak gören; tepkisel hareketliliklerin süreklileşmesi ile kararlılık edinmesini arzu eden sosyalistler, başından itibaren Adalet Yürüyüşü’ne müdahale etmeyi denediler.
Başarılı olunup olunmadığını, müdahalenin sonuçlarının alınıp alınmadığını ölçmek için henüz yeterli veriye sahip değiliz. Şu an için sadece milyonlarca yurttaşın Saray Rejimi’ne karşı mücadele azmi biriktirdiği, siyasallaşma ve süreklileşme kulvarlarında birer adım daha attığı bir tablo ile karşı karşıyayız. Hiç küçümsenmeyecek bir kazanımdır bu da.
Ancak Yön Dergisi’nin 5. sayısındaki yazımızda şunu demiştik: “Adalet Yürüyüşü bir ihtiyacı gidermekten çok onu açığa çıkarmıştır”. Daha açık bir ifadeyle, CHP yönetiminin bu yürüyüş ve miting ile ilgili beklentisi her ne olursa olsun, Türkiye’de kararlı, cesur ve dik duran bir ilerici damar vardır ve sorun bu damarın devrimci bir programla mücadeleye kazanılmasıdır. Üstelik, bu damar da böylesi bir mücadeleci programı aramaktadır.
CHP yönetiminin hem tarihsel hem de güncel karakteri nedeniyle bu tür bir sorumluluğu taşıyamayacağı açıktır. Dolayısıyla, sorun CHP’nin değil, sosyalistlerin sorunudur.
Kitlelerin Adalet Yürüyüşü’nde ve 9 Temmuz mitinginde bir kez daha altını çizdiği kararlı ve cesur tutumu CHP’nin mantıksal sonuçlarına kadar götüremeyecek oluşu, artık ertelenemeyecek ihtiyacın ne olduğunu göstermektedir: Saray Rejimi karşısında dik durabilen, kararlı, direngen ve süreklileşmiş bir mücadele tarzını örgütleyebilen kitlesel bir sol odak ihtiyacı.
9 Temmuz sonrasına kalan görevlerden biri de budur.
Sosyalistlerin, devrimcilerin yürüyüşü bu mücadelenin insanlarıyla, ilerici yurttaşlarımızla devrimci bir cumhuriyet kavgasında buluşmaya doğrudur.