Toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştiği, marksizme dair tartışmalarda özel bir gündem oluşturan başlıklardandır. Bu konunun bir tartışma başlığı haline gelmesinde ise, en başta Marx’ın payı vardır. Çünkü Marx, son derece güçlü, fakat birbiriyle bütünleştirilmesi kolay olmayan iki farklı açıklama önermiştir.
Bunlardan ilkine göre, tarihin ve toplumun hareketi ya da dönüşümü, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bir sonucudur. Marksizmin “nesnelci” yorumları, en sık bu açıklamaya başvururlar. İkincisine göre ise, tarih sınıf mücadeleleri tarihidir ve toplumlarda gözlemlenen köklü dönüşümler bu sınıf mücadelelerinin sonuçlarıdır. Söylemeye gerek yok ama, bu açıklama da marksizmin “öznelci” yorumlarına dayanak olmuştur.
İlk bakışta biraz ayrıntıya kaçmış ya da gereksiz bir gündemi bu sayfalara taşımış gibi görünebiliriz. Ancak sorunu daha güncel ve somut kavramlarla ifade edersek, tartışılan konu devrimin nasıl olacağı ya da yapılacağıyla birebir ilgilidir. Diğer bir deyişle, marksizmin nesnelci ya da öznelci yorumlarından hangisine yatkınlık duyduğunuz, ister istemez sahip olduğunuz devrim modelini de belirleyecek, sınıf mücadelesine dair kavrayışınızdan siyaset yapma tarzınıza kadar çeşitli tavırlarınızı biçimlendirecektir.
Peki çözüm nedir? Eğer Marx’ta her iki açıklama da özgül ağırlıklarıyla yer alıyorsa, bu açıklamalardan herhangi birini mutlaklaştıran eğilimler sosyalizm tarihine “sapma” olarak geçiyorlarsa, değindiğimiz tartışmanın anlamlı ve verimli bir sonuca ulaştırılması nasıl mümkün olabilir?
İlk adımı, Marx’ın sunduğu her iki açıklamanın birbiriyle bir karşıtlık içermediğini, marksist sistemin nesnelci ve öznelci tercihleri bir arada ve bütünlük içerisinde barındırdığını söyleyerek atabiliriz. Ancak bunun da, bir tür ortalamacılık çağrışımı yapması kaçınılmaz. Dolayısıyla, ikinci adımı, marksizmin bu farklı açıklama ilkelerini nasıl olup da birlikte taşıdığını sorarak atmamız gerekiyor.
Bu açıdan baktığımızda, marksizmin bir akılsal tasarım değil, gerçekliği tüm boyutlarıyla açıklamaya yönelen etkin bir sorgulama olduğunu belirtmeliyiz. Diğer bir deyişle, gerçeklik, yekpare ve homojen bir blok olmadığı, farklı düzeylere ve gözlem türlerine ait ilişkilerden kurulu olduğu, bu nedenle de son derece karmaşık bir somutluk oluşturduğu için, marksist kuramın iç mimarisi de buna uygun bir biçim almıştır. Marksizm, gerçekliğin uygun bir mercekle gözler önüne serilebilecek bir saydamlık taşıdığını reddedip, gerçekliğin tüm katman ve düzeyleri için gerekli olan araç ve yordamları geliştirmiştir.
O halde, marksizmin gerçekliği tüm içeriğiyle kavramak için kuramsal ve siyasal araçlar geliştirdiğini söylemiş oluyoruz. Bu durum, en açık ifadesini, Marx’ın formülasyonlarında bulmaktadır. Marx çözümlemelerini geliştirirken, gerçekliği farklı düzeylerde incelemiş ve her bir düzeyde elde ettiği sonuçları özgün kavramlarla formüle etmiştir.
İşte başta sözünü ettiğimiz iki ayrı açıklama ilkesi de, gerçekliğin bu farklı katmanlarına, bu katmanlara dair geliştirilen soyutlama düzeylerine dair bir ayrımı ifade etmektedir. Marx, toplumsal dönüşümü kuramın ve bilimin terimleriyle formüle etmeye kalktığında, dünya tarihsel bir bakış açısına yerleşmekte ve soyutlama süreçlerini en yüksek derecesine kadar çıkarmaktadır. Burada karşımıza çıkan, o meşhur üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir.
Ancak Marx, asla kuramla yetinemeyecek bir devrimci olduğu için, kuramda eriştiği sonuçları somut ve gerçek dünyada da görünür kılmaya, diğer bir deyişle bilgisini bir siyaset pratiğine dönüştürmeye yönelir. O zaman da, tüm tarihin, aynı zamanda devrim dediğimiz dönüşümlerin de, sınıflar mücadelesinin dolaysız sonuçları olduğunu söyler.
Daha açık bir ifadeyle, sadece marksizm değil, Marx’ın bizzat kendisi de nesnelci ve öznelci eğilimleri bir arada taşımaktadır ve bunları gerçekliğe ait bilginin farklı düzeylerine uygun bir biçimde yerleştirebilmektedir.
Kuramın ve bilimin sahasına girdiğinde nesnel koşullardan yana meyleden Marx, iş siyasete ve devrimci mücadeleye geldiğinde öznelliğin tüm iradesinden ve enerjisinden yararlanmaya çalışmaktadır. Marx’ın böyle yaparak gösterdiği ise, basitçe her salonda şapka ya da cübbe değiştirmek değil, son derece incelikli bir düşünsel ve pratik devrimciliği hayata geçirmektir. İşin püf noktası da buradadır.
Yani siyaset alanındaki öznelciliği kurama ve bilime, kuram ve bilimdeki nesnelciliği de siyasete ve somut mücadelelere dayatmamak.
Birinde, devrimin gerçek koşullarını unutup, devrimciliğinizi fanteziler alemine havale edersiniz; burada artık devrim toplumsal koşulların içerisinde gelişen bir dinamik değil, saf aklın kendisini yalın ve dolaysız olarak tarihin yerine koyması anlamına gelir.
Diğerinde ise, sınıf mücadelelerinin somut ihtiyaçlarına duyarsızlaşıp devrimin ebesi olmayı beklersiniz. Böyle olunca da, devrim büyük ölçüde sizin dışınızdaki koşulların olgunlaştırdığı bir kendiliğindenlik, devrimci müdahale ise bu kendiliğindenliğe yönelik son tanrısal dokunuş haline gelir.
Ebelik, elbette kadim ve kutsal bir meslektir. Ne var ki, ebe, sadece doğuma yardım eden, gebeliğin gelişiminde ve çocuğun rahme düşüşünde etkisi olmayan kişidir. Ebe olmasa da, o doğum gerçekleşir.
Devrimciler ise, doğacak çocuğun ebesi değil, sahibi olmayı tercih edenlerdir.
Devrimciler, doğacak çocuğun ebesi değil, onu rahminde büyütüp dünyaya getirenlerdir.