İstanbul Sözleşmesi üzerine koparılan fırtınanın din ve namus kavramları bakımından kökeni
Konumuz bir kez daha, İstanbul Sözleşmesi üzerine dönen tartışmalar. Bu konuda yazıyorum çünkü işbu gündem siyasal İslamcı geleceğin reflekslerini çok iyi yansıtıyor. Birini tanımanın en iyi yolunun, kriz anlarında verdiği tepkileri görmek olduğuna inanırım. Burada da öyle oluyor ve eteklerden dökülenler yalnız kendilerini anlamayı değil tasavvur ettikleri toplumda kadının rolünü de görmeyi sağlıyor. Kadına şiddetin ideolojik, dini, geleneksel köklerinin geniş toplumsal kesimler tarafından anlaşılmasını sağlıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden “derhal” çıkılmasını savunanların bayraktarlığını yapan Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, bugünkü yazısında “ıslah hakkımız elden gidiyor” diye feveran ediyor.
ISLAH DERKEN?
Bakın neler dökülmüş kaleminden: “İstanbul sözleşmesini düz okuyunca, birçok fitne görülmüyor, ama kavramların açıklanması ve AİHM içtihadları, GRAVİO’nun denetim ve yaptırımlarına esas raporlarla sözleşmenin öteki yüzü ortaya çıkıyor. Tek başına 'Birey' tanımı, 'Din, mezhep, ahlak, gelenek' gibi değerlerin referans alınmasını engelliyor. Hatta bunların Kur’an-ı Kerim’deki 'Islah', 'Nush/Nasihat', 'Hakemlik', 'Şahidlik', 'Arabuluculuk' kavramlarını yasaklayabiliyor, aynı zamanda 'fuhşiyat'ı 'dezevantajlı topluluk' başlığı altında, 'göçmen ve engelliler' öne çıkarılmak sureti ile perdeleyerek koruma altına alıyor ve meşrulaştırıyor.”
Konumuz kadına şiddet olduğuna göre, önce, Abdurrahman Dilipak’ın “yasaklanıyor” dediği “ıslah” kavramının Kuran’daki dayanağını hatırlayalım. Nisa Suresi’nin 34. ayeti erkeğin kadın üzerindeki “yönetici” konumunun sarsılması halinde uygulanması gerekenleri tarif ediyor. Diyanet’in birazdan detaylarına değineceğim Tefsir’i bu surenin “ıslah” üzerine olduğunu belirtiyor: “Bize göre bu âyette, kadının aile hukukunu çiğnemesi halinde bir ıslah tedbiri olarak başvurulabilecek belli başlı yolların insanlığın tecrübeleri ve özellikle içinde yaşanılan topluluğun örf ve âdeti dikkate alınarak zikredilirken…”
Gelelim, yine Diyanet’in mealine: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”
Evet, Abdurrahman Dilipak, dünya görüşüne, inancına uygun şekilde kendi yönetici misyonunu nasıl ifa edeceği hakkında Kuran’ı referans alıyor ve bunu uygulamak istiyor. İstanbul Sözleşmesi’ni, Medeni Kanunu ve aslında genel olarak laikliği bunun önünde bir engel olarak görüyor. Abdurrahman Dilipak’ın Facebook hesabından paylaştığı, başka bir yazarın yazısı, benim de “yobaz” dediğim için davalık olduğum Nureddin Yıldız’ın yine bu konudaki görüşlerini, yani “dövme hakkını” savunuyor. Akit’in bir başka yazarı Ali Osman Aydın, aynı konuda şunları yazıyor: “Yine son tartışmalar gösteriyor ki Kur’an-ı Kerim’in “Erkeklerin ‘kavvam’lığı, ‘dövme’ ve çok eşlilik” ile ilgili verdiği “ruhsat”lar hakkında; laikliği bir dünya görüşü olarak kabul eden kadınlarla, bazı dindar kadınlar arasında hemen hiçbir fark kalmamış.”
Mesele ne kadar basit, ne kadar açık…
Bir önceki yazımızda, Istanbul Sözleşmesi üzerinden fırtına koparan siyasal İslamcıların aslında şiddet uygulayan kocalarla ilgili alınan “uzaklaştırma” kararından rahatsız olduklarını yazmıştım. Dayanakları işte burası.
DÖVME HAKKINDAN DAHA BÜYÜK SALDIRI…
Öte yandan ayetle ilgili Diyanet İşleri’nin tefsiri ise tam bir cambazlık örneği.
Bir yandan, İstanbul Sözleşmesi’ne din adına karşı çıkışın tüm argümanını sağlıyor:
“Burada yalnızca kocaların değil, bütün erkeklerin koruyucu ve yönetici (kavvâmûn) olmaları iki gerekçeye dayandırılmıştır: a) Allah insanların bir kısmına diğerlerinden üstün kabiliyetler vermiştir, bu cümleden olarak koruma ve yönetme bakımından erkekler, kadınlardan daha uygun özelliklerle donatılmışlardır. b) Erkekler aile geçimini ve diğer malî yükümlülükleri üstlenmişlerdir. Bazı müfessirlere göre bu iki gerekçeden birincisi insan tabiatının değişmez özelliğidir; genel olarak erkeklerde akıl ve mantık ön plandadır, kadınlarda ise duygu öne çıkar.”
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve yandaşları işte tam buradan yola çıkarak, “kadın ve erkek eşit değildir” diyor. “Erkek, kadına göre üstündür” diyorlar. Bence, “dövme hakkından” çok daha derin, çok daha köklü, iki ayrı dünyanın çarpıştığı bir alan burası.
Diyanet’in tefsiri ayrıca, “dövmenin nasıl tatbik edilebileceğine ilişkin fıkıh kitaplarına referansla açıklamalara girişiyor:
“Âyette hukuka baş kaldıran, meşrû aile düzenini bozmaya kalkışan (nâşize) kadına karşı erkeğin yapabileceği şeyler öğüt vermek, yatakta yalnız bırakmak ve dövmek şeklinde sıralanmıştır.”
“Fıkıh kitaplarında dövmenin şekli ve miktarı üzerinde durulmuş, kadına zarar vermemesi, iz bırakmaması, yüze vurulmaması genel olarak kaydedilmiştir. Bazı tefsircilere göre vurma tamamen semboliktir, meselâ müfessir Atâ’ya göre misvak (dişlerin temizlendiği, fırça büyüklüğündeki özel, yumuşak ağaç dalı) gibi bir şeyle yapılacaktır (Cessâs, II, 189; İbn Atıyye, II, 48). İkinci nesil âlimlerinden Atâ, hukuku çiğneyen kadına uygulanacak müeyyide ile genel olarak kadını dövme konusundaki hadisleri birlikte değerlendirmiş ve şu sonuca varmıştır: Erkek, namusu lekeleyecek bir davranışta bulunmayan, yalnızca nâşize olan karısını dövemez, ancak ona karşı öfkesini ortaya koyabilir.”
Bugün de mesele tam bu noktadan tartışılıyor: Namusu lekeleyecek davranışta bulunan kadına şiddet hakkı!
Ancak Diyanet, Dilipak ve diğerlerinin itiraz ettiği gibi, ayeti “düzeltme” işinden de geri kalmıyor: “Bu uygulama Hz. Peygamber tarafından toplum ıslah edilerek, insanın ve özellikle zevcenin dövülemeyeceği ifade ve telkin edilerek kötülenmiş, “iyi bir kocanın karısını dövemeyeceği” kaidesi bu yakışıksız davranışın önüne bir set olarak konmuştur.”
***
Bu tartışma devam edecek çünkü siyasal İslam hep daha fazlasını isteyecek. Gerici-faşist iktidar, ülkeyi daha koyu bir karanlığa götürecek her türlü tartışmanın önü açmaktan memnun.
Nasıl kapatılacağı başka bir yazının konusu olsun ama…
Pandoranın kutusu açılmıştır.