Düğüm üstüne düğüm

24 Haziran seçimlerinin ardından, hem kamuoyunda hem de yorumcular arasında AKP iktidarının gerileme eğilimi içerisine girdiği yönünde genel bir mutabakat oluşmuş görünüyordu. Nitekim hem söz konusu seçim yenilgisi hem de ardından yapılan anketler bu gerilemeyi gösteriyordu.

Aradan geçen sürede, özellikle de yaz aylarında AKP iktidarının bir tür vites yükseltme hamlesine soyunduğunu gördük. Baro yasası, Ayasofya kararı, sosyal medyayı denetim altına alma girişimleri, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin yükseltilmesi, TTB’ye yönelik saldırılar gibi örnekler bu hamlelerin en fazla konuşulanları oldu. Silahlanan tarikatların varlığı, seçim yasasına dair değişiklik planları, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, döviz krizinin şiddetlenmesi gibileri de sıradaki yerini almışa benziyor.

Üstelik, tüm bunlar, AKP’nin gerileme eğiliminin de sürdüğü bir konjonktürde oluyor. Yani, son aylarda karşı karşıya kaldığımız ve her biri oldukça ciddi simgesel içeriklere sahip hamleler, gerileme evresini atlatmış bir iktidarın yeni mevziler elde etmek için hareketlenmesi değil de gerileme ibresini tersine döndüremeyen bir iktidarın başvurduğu çareler olarak gündeme girdi.

Bu tabloyu netleştirmek için şöyle de söyleyebiliriz: AKP iktidarının son aylardaki hamleleri, iktidardaki bir gücün doğrusal gelişim yoluyla kazanımlarını artırmasından çok, konumunu korumak ve karşı dinamikleri iş görmez hale getirmek için siyasete attığı düğümleri andırıyor. Saray Rejimi’nde niceliksel değil, niteliksel bir sıçramayı anlatıyor.

Bu, maçı puanla kazanma umudu kalmamış bir boksörün rakibini iyice yorup dikkatini dağıtarak bir nakavt bulmaya çalışmasını andırıyor.

***

Kuşkusuz, Türkiye’nin sunduğu manzara sadece Saray Rejimi’ne bakarak görülemez. Genel kurala uygun olarak, şiddetin ve baskının olduğu yerde direniş de kendisine yuva bulur. Ancak, bunun tersi de doğrudur: Direnişin olduğu yerde de şiddet ve baskının dozu artırılır, artırılmak zorundadır. 

Ve AKP rejiminin son aylarda hızlandırdığı hamlelerin arkasındaki nedenlerden biri de böyle bir direnişin, püskürtülemeyen bir direnişin varlığını sürdürmesidir.

Söylemeye gerek yok ki, direniş, her zaman ve mutlaka açık bir karşı çıkış veya aktif bir eylemlilik konumu anlamına gelmez. İktidarın dayattığı yönün tam tersine zorlamak ve bunun için en etkin mücadele yöntemlerini kullanmak güçlü bir direniş biçimidir tabi; ama direnişin tek biçiminin bu olduğu fazla kestirmeci bir yaklaşım olacaktır. Bu tür gizli direniş biçimleri siyasal mücadele açısından yeterli ya da anlamlı olmayabilir, ancak bir iktidarın ideolojik hegemonyası ve meşruiyeti açısından dikkate alınması gerekir.

Çünkü ideolojik hegemonyanın esası, susturmak ya da hareketsiz kılmaktan ziyade, belirli bir içerikte ve tarzda konuşturmak ve harekete geçirmektir. Geniş kitlelerin tümüyle hareketsiz kılındığı bir siyasal ve toplumsal hegemonya kendisini yeniden üretemez. Dolayısıyla, iktidar kaynaklı bir ideolojik hegemonya, toplumsal yaşamın egemen pratiklerini kendi içeriği ve tarzı doğrultusunda güçlendirmeye uğraşır, toplumdan belirli bir içerikte ve tarzda pratikler bekler. İdeolojik hegemonya kitlelerin edilgenleşmesine değil, aksine etkinleşmesine, iktidarın siyasal yörüngesinde harekete geçmesine dayanır.

Eğer bugünlerde sık sık iktidarın yönetememe sorunundan söz ediliyorsa, bu en çok ideolojik hegemonyanın işlememesi veya teklemesi açısından geçerli sayılabilir. AKP iktidarı, Türkiye toplumunu, idari olarak yönetemediği için değil, ideolojik olarak arzuladığı içerikte ve tarzda hareketlendiremediği için yönetememektedir. Bu anlamda, AKP, kamu idaresi anlamında değil, meşruiyet çizgisi bağlamında yönetememekte; deyim uygunsa, kalplere ve akıllara nüfuz edememektedir. Üstelik, uzun süredir olduğu gibi sadece AKP karşıtı toplumsallık içerisinde değil, bizzat kendi toplumsallığı içerisinde de nüfuz kabiliyetini yitirmeye başladığının emareleri görünmektedir.

Böyle bir durumda devreye sokulacak kapsayıcı mekanizmalardan yoksun bulunması, AKP iktidarını başka bir yöne zorlamaktadır: Kapsayıcı olmasa da kemikleştirici, yaygın olmasa da militan, vaatkar olmasa da tehditkar bir hegemonya arayışı. Başka biçimde söylersek, hegemonya ve meşruiyet kaybını geri döndüremedikçe, elde kalanın konsolidasyonuna yönelmiş ve islamcı retoriğini buna uygun bir sivrilikte törpülemiştir.

***

Bu girişimin, iktidarı elde tutmak söz konusu olduğunda başarılı olma şansı vardır elbette; ancak, iktidara geniş bir ideolojik hegemonya ve toplumsal meşruiyet kazandırmak açısından hiçbir şansı bulunmadığı da açıktır. Her türlü meşruiyet kaygısını bir kenara bırakmış bir iktidar için bu eksikliğin dert sayılmayacağı düşünülebilir; oysa, ne hayat bu kadar toz pembedir ne de siyaset bu kadar irade işidir. Her iktidar, kimi dönemler kasılmayı göze alsa da belirli derecelerde hegemonik olmayı ve meşruiyet kazanmayı hedeflemek zorundadır. AKP de kendisini düze çıkardığına inandığı bir anda hegemonya ve meşruiyet çizgisini sağlamlaştırmayı deneyecektir.

Tabi, böyle bir an gelirse.

Gelirse, diyoruz; çünkü Türkiye’nin hem mevcut düğümleri hem de bir tarz olarak AKP iktidarının 18 yıldır üst üste attığı düğümler böyle bir ferahlamayı oldukça düşük bir olasılığa dönüştürmüş durumda.

AKP iktidarı sakin ve oturaklı bir rejim için uğraşmayı çoktandır bıraktığından olsa gerek, mevcut sorunların her birini bir düğüm atıp aşmaya çalışmaktadır. Çözmeye değil, aşmaya, geride bırakmaya ya da üzerinden atlamaya mahkum kalmıştır. İktidar, rejim ya da düzen işlemektedir işlemesine, fakat geride bıraktığı her düğüm bir sonraki kavşakta yeniden karşısına çıkabilmektedir.

Atılan bu düğümler, Türkiye’nin de Saray Rejimi’nin de normalleşmesinin önündeki en büyük engellerdir. Haliyle, ister iktidarda olsun ister muhalefette, Türkiye’nin geleceğini biçimlendirme iddiasında olan hiçbir güç, ülkenin boğazına atılmış düğümleri çözmeden ilerleyemez.

Tabi, eğer çözülebilirse…

Çözülebilirse, diyoruz; çünkü belki de gereken şey, bu düğümleri İskender’in yaptığı gibi bir kılıç darbesiyle kesip atmaktır.