15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından, Erdoğan yönetimindeki AKP/Saray Rejiminin hızla kendi diktatörlüğünü inşa çabasına yoğunlaştığını sık sık yazdık. Buna eşlik eden vurgu ise, bu inşanın pürüzsüz biçimde ilerlemesinin çok zor olduğuydu.
Kuşkusuz, bu sonuca varmak için istihareye yatmış falan değiliz. Türkiye’nin son birkaç yılını gözlemleyen herkes, AKP/Saray Rejiminin erişmek istediği hedeflerle orantılı olması gereken yönetim kapasitesini yitirmeye başladığını görebilir.
Bu kapasite daralmasının birbiriyle bağlantılı bir çok boyutu olduğu da açık. Bunların en önemlileri ise, ülke içinde, parlamenter sistemi de kapsayan ve açık bir diktatörlük anlamına gelen idari yapının kurulması ile dış politikada etkin bir pozisyonun sürdürülmesidir. Bunlar özel olarak önem atfedilmesi gereken başlıklardır, çünkü AKP’nin 14 yıllık iktidar pratiğinde içerideki ve dışarıdaki adımların birbiriyle koordinasyonu, iki alan arasındaki birbirine güç ve itki veren sinerji yabana atılmaması gereken bir kaynak olmuştur.
Şimdi ise AKP/Saray Rejimi, içeride arzu ettiği kökten dönüşümlere, her şeye rağmen, yeterli kamuoyu desteği ve meşruiyet sağlayamayan, dışarıda ise NATO üyeliğini bile şantaj konusu haline getirecek ölçüde zikzaklar çizen bir iktidar görünümündedir.
Daha açık bir deyişle, AKP, şimdiye kadar içeriye dışarıyı, dışarıya ise içeriyi göstererek yürümüştür; şu anda yürümekte zorlandığı yol da budur.
Bu başlıklarda bugün yaşanan tıkanmanın işaretleri ise, uzun zamandır vardı tabi.
Örneğin, 10 Eylül 2014 tarihinde Erdoğan’ın diktatörlük arayışının “mecburiyeti” hakkında şunları yazmışız:
“Diktatörlüğün Erdoğan’ın fıtratında olduğunu, zaten yıllardır bunu arzu ettiğini biliyoruz. Ancak burada daha fazlası var. Erdoğan için diktatörlük, aynı zamanda, parti, hükümet ve ülke üzerindeki egemenliğinin zayıflamasına karşı alınacak yegane önlem olarak da değerlendirilmeli. Bu koşullarda, Erdoğan’ın egemenliğinin sürmesinin tek koşulu, rejimin yasal ve kurumsal tüm varlığının ortadan kaldırılması olmaktadır. Deyim yerindeyse, Erdoğan artık fıtratının ve arzusunun ötesinde, “mecburen” de diktatördür. (...) Halihazırda ülkeyi yönetmekte ciddi sıkıntılar yaşayan, hegemonya krizine etkili bir çözüm bulamayan, mevcut yasallığı ve meşruiyeti pervasızca çiğnediği için halkın büyük tepkisi ile karşı karşıya kalan Erdoğan, çareyi yasallık ve meşruiyet alanını toptan imha etmekte aramaktadır.”
Yine hayli zaman önce, 24 Eylül 2014’te AKP dış politikasının başlıca sorununu şöyle tespit etmişiz:
“(AKP); sarsılan konumunu yeniden tesis etmek için atmak zorunda olduğu adımları, çok çeşitli öznelerin bulunduğu, her bir öznenin çok sayıda belirleyen tarafından yönlendirildiği bir zeminde atmak durumundadır. AKP’nin dış politikasının nesnesizleşmesi olarak adlandırdığımız durum, budur.
Başka türlü söylersek, AKP dış politikası, bir süredir bölgenin siyasal ve uluslararası seyriyle senkron tutturarak, mevcut dinamiklerden beslenerek ve haliyle gerçek dinamiklere yaslanarak ilerleyememektedir. AKP’nin ısrarla uygulamaya çalıştığı strateji, hedefi mevcut dengeler açısından rasyonel bir nitelik taşımaktan çıktığı ölçüde, bölge açısından bir nesnellik oluşturmakta ya da bir nesnelliğe dayanmakta zorlanmaktadır.
Hal böyle olunca, AKP, ancak bölgedeki çok değişken ve öngörülemeyen aktörler arasında strateji kurmak, dış politikasını nesnellik yerine özneler üzerinden oluşturmak zorunda kalmaktadır.
Nesnesi kalmayan AKP dış politikası, her taraftan öznelerce kuşatılmıştır ve yol almaya çalıştığı zeminde bu öznelere çarpmadan ilerlemek gerekliliğiyle karşı karşıyadır.”
AKP/Saray Rejiminin son bir kaç yıldır düzenli biçimde gelip gelip tosladığı bu tür engeller, her geçen günle birlikte şiddetini de yıkıcılığını da artırmaktadır. Yani bugün göstermeye çalıştığımız zorluklar, birkaç yıllık bir birikimin sonucudur ve bu birikim ağırlığını hissedilir derecede artırmaktadır.
Elbette, AKP/Saray Rejimi eli kolu bağlı bir biçimde sonunu beklememektedir. Doğal olarak Erdoğan liderliğindeki kadro, sözünü ettiğimiz zorlukları aşmak için çeşitli planlar hazırlamakta ve girişimlerde bulunmaktadır. Bunların başarılı olup olamayacağını şimdiden tespit etmek pek mümkün değil. Ancak yüksek bir ihtimal, AKP’nin şimdiye kadar sıkça başvurduğu bir yolu, yani düğüm atarak ilerleme yolunu tercih etmesidir.
Madem gerilere gittik, son bir örnek verelim. Bu defa 20 Ağustos 2014’ten:
“Erdoğan ülke içinde koşulsuz kayıtsız padişahlığını ilan etmek, ekonomide hiçbir hukuk ya da engel tanımadan rant ve yağma kapılarını sonuna kadar açabilmek, dış politikada emperyalist operasyonların en delişmen ortağı olup bölgede savaş kışkırtıcılığı yapabilmek, tüm bunları yaparken de kendisine yönelik muhalefeti sindirip yok etmek istiyor.
Bunların herhangi birinden vazgeçmesinin mümkün olmadığını, eğer bir tek başlıkta geri adım atarsa gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini de gayet iyi biliyor.
Ama olmuyor. Nereye uzansa, karşısına daha önce düğümlenerek geçiştirilmiş ihtimaller yahut tehlikeler çıkıyor.
Sonra bir düğüm daha atılıyor. Düğüm üzerine düğüm birikiyor.
AKP ve Erdoğan, karşı karşıya kaldığı sorunları çözerek değil, düğüm atıp geçerek ilerliyor.”
Sevgili Taner Timur hocamızın dün BirGün’de yayınlanan yazısında sarf ettiği “AKP diyalektiği böyle işliyor; tezler antitezleri izliyor, fakat bir türlü senteze ulaşılamıyor” sözlerini de düğüm atıp geçme yolunun bir başka ifadesi olarak anlamak mümkün.
Bu durumda da tarihin ve ülkemizin geleceği, artık körleşmiş bu düğümü kimin çözeceğine bağlı hale geliyor.
Her şey, Türkiye solunu ve ilericiliğini, düğümü kesip atacak İskender’in kılıcını ele almaya çağırıyor.