Düzen ve rejim, siyaset ve devrim

Marksizmin bir bilim ve felsefe olduğu; Marx’ın düşüncesinde bilim ve felsefenin özel bir yere sahip olduğu sık sık söylenir. Marx da bilim ve felsefeye, mevcut toplumsal yapının dönüştürülmesi mücadelesinde özel görevler yüklemiştir gerçekten.

Meşhur 11. Tez’in anlattığı budur ve birçok yorumcunun belirttiği gibi, Marx’tan sonra bilim ve felsefenin eskisi gibi yapılamayacak olması da bundandır.

İyi de madem marksizm bir bilim ve felsefedir, ve madem marksizm bilimi ve felsefeyi dünyayı dönüştürme çabasıyla ilişkilendirmiştir, o halde neden dünyayı dönüştürme ehliyetini bilime ve felsefeye vermemiştir?

Marksizm, dünyayı değiştirmek için neden üçüncü bir araca, üçüncü bir etkinlik tarzına, yani siyasete ihtiyaç duymuştur?

***

Bir noktayı daha açalım.

O da şu: Siyaset tarihsel sürecin ve güncel dinamiklerin özgül bir bileşimi sonucunda oluşmuş verili zeminde yapılır ve bu zemin siyaset yapan öznenin etrafını kuşatan koşulları ifade eder. Bu koşulların ötesi ya da dışı yoktur. Her siyasal özne, kendisini bu koşulların çerçevelediği alanda var etmek zorundadır.

Demek ki, etkili siyaset, öncelikle verili zeminin ve koşulların tanınmasını gerektirir. Dikkat edilirse, kabullenmekten değil, tanımadan/bilince çıkarmaktan bahsediyoruz.

Diyalektik, Lukacs’ın dediği gibi, verili gerçekliği tanımayla onu aşmanın tek bir harekette bütünleşmesidir ve siyasette de diyalektiğin bu iki yanı iş başındadır. Dahası, “düzen dışı” olmak adına verili zemin ve koşullar ile her tür ilişkiyi reddeden sekterlik, kapitalizmi yıkmayı değil, onun dışında kalmayı, kendi “ada”sında sıfırdan bir toplumsal yaşam kurmayı öğütleyen ütopyacı perspektifle de soy ortaklığına sahiptir.

Zira devrimci siyaset, düzen “dışı” değil, düzen karşıtıdır.

***

Dahası, Marksizm, bir toplumsal yapının devamlılığının ve yeniden üretiminin, esas olarak siyasal ilişkiler ve mücadeleler sayesinde gerçekleştiğini söyler. Toplumsal yapı, tümüyle farklı düzlemlere ait birçok pratiğin eklemlenmesi anlamına gelir ve bu eklemlenmenin odağında yer alan başat unsur siyaset ve siyasal mücadelelerdir.

Deyim yerindeyse, siyaset, bir toplumun göbek deliğidir.

Toplumsal ilişkiler içerisinde siyasetin prizmasından geçmeyen, siyasetin basıncı altında şekillenmeyen, siyasal mücadeleler ile uzaktan ya da yakından ilişkilenmeyen alanlar bulmak mümkün değildir.

***

Şimdi gelelim sadede.

AKP iktidarı sıradan bir hükümet partisi değil, bir rejim kurucu iktidardır; Erdoğan da sıradan bir siyasetçi değil, bu yeni rejimin lideridir. Burada rejim sözcüğüyle ifade ettiğimiz olgu sadece anayasal model ya da başkanlık sistemi değil, esasen Türkiye kapitalizminin siyasal çerçevesidir. Dolayısıyla, Saray Rejimi, Türkiye kapitalizminden azade ya da ondan ayrışık bir ontolojik alana oturmamaktadır.

Son dönemde sermaye sınıfı ile Erdoğan arasında yaşanan sürtüşmelere rağmen, bu böyledir. Sürtüşmeler birbirinden farklı yönelimlerle değil, mevcut yönelimin nasıl hayata geçirileceği ile alakalıdır çünkü.

Dolayısıyla, Saray Rejimi’ne karşı sivriltilmiş bir mücadele, salt Erdoğan’ın kişisel iktidarıyla değil, Türkiye burjuvazisinin beklentileriyle de ilgili bir kavga konusudur. Saray Rejimi’ne indirilen darbelerin, Türkiye sermaye sınıfının egemenliğinde hiçbir gedik açmayacağını düşünmek, saflık falan değil, bir tür ahmaklıktır.

***

Düzen ile siyasal iktidar arasındaki ayrım, çoğu zaman teorik, hatta analitik bir ayrımdır. Türkiye’de ise, Saray Rejimi ile sermaye düzeni arasındaki açıyı “tespit etmeye” ve bu tespite dayanarak Saray Rejimi’ne karşı mücadeleyi “düzen içi” olmakla etiketlemeye meraklı bir kesim var. CHP falan gibi aktörler söz konusu olduğunda, bunların birer düzen partisi olduğunu söylemeyi bir an olsun ihmal etmeyen bu kesim, nedense AKP’nin de bir düzen partisi olduğu, dolayısıyla Saray Rejimi’ne karşı yürütülen mücadelenin doğrudan doğruya Türkiye’deki sermaye egemenliğine karşı yürütülen mücadele olarak anlam kazandığı gerçeğini her defasında unutuverirler.

Dünya tarihinde, bir siyasal çerçeveye ihtiyaç duymamış, salt sermaye egemenliği olarak ayakta kalmayı başarmış bir kapitalist düzen nasıl olmamışsa, ülkedeki siyasal iktidarı devirmemiş, mücadelesini siyasal iktidara ve onun yönelimlerine karşı yürütmemiş bir başarılı devrim de olmamıştır.

Saray karşıtı mücadele, ne afra tafrayla iddia edildiği gibi “düzen içi” bir stratejidir, ne de sosyalizmden umudu kesip daha azına tamah etmiş bir gerilemedir.

Türkiye kapitalizminin gerici ve faşist siyasal çerçevesine saldıran devrimci hamlenin ta kendisidir.

Devrimci pratik, somut hedefe indirilen sert ve kesin darbeden ibarettir.

Ve bu hedef, hem tarihte hem de teoride, düzenin siyasal çerçevesinden başkası değildir.