31 Mart - 23 Haziran’dan sonra Saray Rejimi açısından hayli sıkıntılı bir döneme girildiği artık malum. Bu sıkıntıların kendiliğinden büyümesinin ve Saray Rejimi’ni bir yıkılışa sürüklemesinin o kadar kolay olmadığı ise günden güne belli oluyor zaten. Başka bir deyişle, Saray Rejimi açısından sıkıntı yaratacak eğilimlerden söz etmek mümkünken, bu eğilimlerin firesiz biçimde harekete geçmesinin ve gerçeklik kazanmasının kesin olduğunu söylemek o kadar mümkün değil.
Gramsci’ye kulak verirsek, gerçek siyasetin zemini tam da bu tür kavşaklardır. Çünkü Gramsci’ye göre kapitalizm sürekli çeşitli eğilimler üretir, ancak bu eğilimlerin gerçeklik kazanmasını veya kazanmamasını tayin eden etken siyasal mücadeledir.
Genel olarak kapitalist üretim tarzı da özel olarak bir ülkenin kapitalist toplumsal-siyasal formasyonu da kurulmuş bir saat gibi otomatik bir düzenle, kendiliğinden bir itkiyle işlemez. Kapitalizmin ayakta tutulması ve işlemeye devam etmesi veyahut kapitalizmin yıkılarak tasfiye edilmesi gibi seçenekler basbayağı bir siyasal mücadelenin konusu ve sonucudur.
Demek ki siyaset, eğilimlerin sürekli birbiriyle çatıştığı bu kavşakta gerçek niteliğini kazanır.
***
Türkiye’ye geri dönersek, Saray Rejimi’nin sıkıntılı günleri, kendinde bir olgu olarak değil, beraberindeki eğilimlerle birlikte düşünülmelidir. Bu tür bir düşünme biçimi, aynı zamanda, radikal bir muhalefet tarzının görev listesinin çıkarılması anlamına da gelecektir.
Saray Rejimi açısından avantaj oluşturan eğilimler söz konusu elbette ve bunlar arasında öne çıkan siyasal ve fiziki şiddetin çıtasının yükseltilmesi, hatta faşizmin kurumsallaşması sürecinin olabilecek en ileri noktaya ittirilmesidir.
Öte yandan, Saray Rejimi’nin uğradığı acı kaybın bir yapısal kriz konjonktürüyle de kesişmesinin hayli ciddi sonuçları var. Ekonomik, siyasal/idari ve ideolojik bunalımların üst üste binmesi olarak tanımlayabileceğimiz yapısal kriz konjonktürünün en önemli özelliği, mevcut hükümet veya iktidarı aşması, giderek düzenin tümünü ilgilendirir hale gelmesidir. Şaşıracak bir şey yok: Düzenin tümünü ilgilendiren hassas durum, aynı zamanda düzenin diğer aktörlerini de harekete geçirir.
Şimdilerde kimi düzen güçlerinin ve sermaye fraksiyonlarının düşük perdeden de olsa teati ettikleri eğilim budur: Makul bir adayla ve ılımlı bir geçiş süreciyle sistemin rehabilitasyonu.
***
Sosyalist harekette çok sık kullanılan ve bu nedenle de çok az şey açıklar hale gelen restorasyon kavramı yerine rehabilitasyon kavramını kullanıyor olmanın bir nedeni var elbette.
İlk olarak şu: Türkiye’nin bir “öncesi” kalmamıştır. O ya da bu projeyle “eski Türkiye’ye”, AKP öncesine dönmek imkansızdır. Haliyle, bir zamanlar var olan Türkiye’nin yeniden restore edilmesinden söz etmenin manası yoktur.
İkinci olarak da şu: Restorasyon, aslından sapmış veya bozularak özünü kaybetmiş bir yapının aslına döndürülmesi, özüne kavuşturulması anlamına gelmektedir. Oysa Saray Rejimi, ne bu tür bir sapmadır ne de bir bozuklukla maluldür. Saray Rejimi’nin yarattığı sorunlar, sivriliklerin törpüleneceği ve mekanizmanın yağlanacağı bir rehabilitasyonla aşılmak istenmektedir.
Ana muhalefet sözcülerinden tutun da AKP’nin önde gelen isimlerine kadar birçok ağızdan benzer sözler çıkması bunun işareti: “Başkanlık sistemi iyi, fakat başkanın bazı yetkilerinin parlamentoyla paylaşılması gerekiyor.”
Bu sözler, düzen güçleri açısından önümüzdeki sürecin gündeminin ne olduğunu da gösteriyor: “Yetkileri sınırlanmış bir başkanlık makamı ile sistemin çarklarının daha pürüzsüz işleyeceği bir idare yaklaşımı.”
Erdoğan’ın konunun kendi makamı ve yetkileri ile apaçık bağını çok erkenden fark etmesi ve daha ilk fısıltılar duyulduğunda “öyle bir tartışma yok, konu kapanmıştır” deyip olay yerinden uzaklaşmaya çalışması ise, elbette, şaşırtıcı değildir.
***
Gramsci’den mülhem vurgumuza dönersek, Türkiye siyasetinin güncel kavşağında birbirinden farklı eğilimlerin ortaya çıktığını ve sahaya çeşitli mesafelerle yayılıp konum almaya başladıklarını söyleyebiliriz. Elbette, bu eğilimlerin gerçeklik kazanmasının garanti olmadığını, son sözü siyasal mücadelenin söyleyeceğini ekleyerek.
Ancak bu sahada, yukarıda özetlediklerimizden başka eğilimlerin yeşerdiği de açık. Mücadele isteyen, kendisini bir mücadelenin sahibi veya parçası olarak tarif eden her odak içinden geçtiğimiz bu kavşağın zemininde var olmak durumunda olduğu için, çözümlemenin ve pratiğin merceği öncelikle alternatif eğilimlerin saptanmasına yönelmeli.
Faşizme doğru ittirilen veya rehabilitasyonla normalleştirilen bir Türkiye, halihazırda, düzen cephesinin repertuarındaki hedefler olarak belirginleşiyor.
Bunların karşısına, Türkiye’nin gerçek çıkış yolunu gösteren, eşitlik ve özgürlük kavgasıyla kurtuluşunu hedefleyen ve bunu kitleler ölçeğinde siyasallaştırabilen bir mücadelenin konulması gerekiyor.
Tam da burada, tarih, sosyalist hareketi göreve çağırıyor.