Lügatlarından işçiyi, emekçiyi, sömürüyü çıkarmışlar, köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar.
Üstelik mesele bugünün meselesi de değil, emperyalizm kavramı zihin dünyamıza girdiği günden bu yana süren bir tartışma bu…
Neden mi bahsediyoruz?
İkinci Enternasyonal gericiliğinin, kendi ülkelerinin egemenleri safında Birinci Savaş’a savaşa girme çığırtkanlığından.
Benito Mussolini’nin “Bağımsız İtalya” çığlıklarıyla ülkesini adım adım savaşlara ve faşizme taşımasından.
Ve nihayet, ulusalcılığın uyduruk tezlerle değirmenine su taşıdığı dinci-faşist Saray Rejimi karanlığından.
Yukarıda saydığımız örneklere bir bakın.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında savaş isteyen egemen sınıflar, emperyal hedeflere sahipti. Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm, sermaye sınıfları arasında gerilimi dinamitlemişti. Yani, sosyalist kamp ile emperyalist kamp arasında bir mücadele değil, kapitalistler arasında bir paylaşım gerilimi vardı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda istediğini bulamayan İtalyan sermaye sınıfının “bağımsız güç olma” iddiasına prim vermesi de “emperyalizmden bağımsızlık” anlamına gelmiyor, emperyalist hiyerarşi içinde yukarıya çıkma emelinden kaynaklanıyordu. Eski bir sosyalist olan Mussolini ise sermaye sınıfının emelini geniş halk kesimlerine pazarlayacak bir alan bulabilmişti kendisine.
Gelelim AKP Türkiyesine…
Tartışma, üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Sermaye sınıfı iktidardadır. AKP, sermaye sınıfının partisidir. Emperyalist aktörler tarafından desteklenmiştir. Emperyalizmin kriz anında kendine özgün ve hiyerarşide yükselebileceği zeminler aramaktadır.
Tesadüf değildir.
Bağımsızlık tartışmasını “sınıf” yerine “ulus” kavramı üzerine bina ederseniz, kendinizi ya savaşın ya da faşizmin yanında buluverirsiniz.
Ve yine tesadüf değildir… Kendine yer kürede partner arayan sermaye iktidarının “eksen sorununa” eklemlenmiş hale gelirsiniz.
Sosyalist bir kutbun varlığından bahsetmediğimiz koşullarda eksen tartışması geri bir tartışmadır. Kendini sermaye iktidarıyla özdeşleştirip saf tutmaya kalkışmak adıyla sanıyla gericiliktir.
Bu mesele, şöyle örneklerle zenginleştirilebilir:
Avrupa’da yükselen neo-faşizm, Avrupa Birliği’ni sorgular haldedir. AB’nin ve “emperyalist güçlerin” kendi ülkelerine mültecileri gönderdiğinden, ülkelerinin zayıflamasını istediğinden dem vurmaktadır. Macaristan gibi hiç de merkez emperyalist bir ülke sayamayacağımız bir coğrafyada örneğin, ne yapacağız? “Orban nefreti gözünüzü kör etti, bağımsızlık için Orban’ın safına geçin” diye mi sesleneceğiz Macar işçi sınıfına?
Filipinli emekçilere, “Bakın Duterte ne de güzel Çin’le anlaşıyor, ABD’ye küfrediyor. Anti-komünist, kadın düşmanı, işçi-emekçi düşmanı olsa da Duterte saflarında birlik olmalıyız” mı diyeceğiz?
Ama deniyor…
Daha da fenaları söyleniyor bu coğrafyada…
Müslüman Kardeşler, cihatçı çeteler, Suriye’nin altını üstüne getirenler, ülkemizde barışa-kardeşliğe bomba atanlar, terör örgütleri ve niceleri dost ilan edildi. Bir kısmı Kuvayı Milliye sayıldı. Tarihimize hakaret edildi.
***
Oysa yaşanan ne kadar basit, ne kadar yalın.
Türkiye’nin sermaye sınıfı, son yüz yıldır, emperyalistler arasında kendine nasıl özgün bir yer bulabileceğinin ve nerede durursa güç kazanabileceğinin farkında. Hafife alınamayacak bir potansiyeli olan, önemli bir kapitalist ülke olarak Türkiye’yi Batı ile Rusya arasındaki gerilimin ortasına yerleştirmek istiyor. Ticari ilişkilerinde aslan payını verdiği Batı’nın Rusya korkusuna oynuyor.
Bugün gelinen noktada, bu ikili oyunun daha da şiddetlendiği söylenebilir.
Bu şiddetlenme de tesadüf değildir. AKP’nin önü açılırken, bu yalnız Türkiye’yle ilgili bir plan çerçevesinde yürümemiş, “ılımlı İslam” fikri, geniş bir coğrafya için kurgulanmıştır. AKP, ihvancı kardeşleriyle birlikte, kol kola omuz omuza yürümüştür.
AKP’nin becerisi, bu geniş planda hareket edebilme, yayılabilme, sermaye çekebilme bakımından da değerlendirilmelidir. AKP Türkiyesi, istihbaratıyla, okullarıyla, sunduğu hizmetlerle, desteklediği silahlı güçlerle yayılmacı bir politika izlemiştir.
Saray Rejimi’nin kuruluşunda önemi azımsanamayacak bu unsur şimdi değişen koşullara ayak uydurma sorununu beraberinde getirmektedir.
O yüzden, bugün “eksen tartışması”, “bağımsızlık kavgası”, “beka sorunu” vb. şekillerde sunulan bu kavga Saray’ın kavgasıdır, Türkiye’nin, Türkiye emekçilerinin değil…
Saray’ın kavgasına ortak olmak Türkiye emekçisine ihanet etmektir.
***
Yazıyı bitirirken, bir meseleye daha değinmeyi zorunlu sayıyoruz.
“Yetmez ama Evet” (YAE) tayfasının geçmişte yaptıkları, memleketin başına ördükleri hakkında yazılanlar, ciltler dolusu kitap eder. Yazanın hakkıdır, daha da yazılmalıdır.
Ya, bu ulusalcı YAE tayfasının yediği naneleri ne yapacağız?
Birinci YAE, faşizmin kapısını açtıysa, ikinci ulusalcı YAE de faşizmi, karşıtlarından korumak için kapıyı kapatma uğraşındadır.
Liberalizm ve ulusalcılık, o yüzden aynı paranın iki yüzü gibidir.
Yatıp kalkıp liberallere küfredenlerin, ulusalcı ihanete sessiz kalması, çok manidardır. Adında sol, sosyalist geçen yayınlarla ilgili basit bir istatistiki çalışma, binlerce YAE liberalizmi eleştirisinin yanında, faşizme yeni bir nefes veren ulusalcılığa neredeyse hiç değinilmediğini gösterecektir.
Anlaşılan, nasıl geçmişte belli odaklardan YAE’ye direnilmemesi için kulaklara bir şeyler fısıldanıyorduysa, bugün de aynısı olmaktadır. Bir dönem çok popüler olan “dokunan yanar” sloganı bugün AKP’nin dinci-faşist politikasının kökleri, Kürt düşmanlığı, bölge politikası için fazlasıyla geçerlidir. Kulaklara, “o konulara çok girme, sokağa çıkamazsın” denmektedir.
Faşizm budur, faşizm böyle felç eder.
Bazen en doğrusu, en basit ezberlere, en temel ilkelere dönmektir.
Emekçilerin, ilericilerin, solun, sosyalistlerin ilk kavgası Saray’a karşı yükselmiştir. Bugün de hedef Saray’dır…