Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz Ekim ayında Erdoğan Kobane için düştü düşecek diyordu. Eylül 2012’de ise Şam’da namaz kılmak için gün sayıyordu. Çünkü ona göre Esad’ın düşüşü de eli kulağındaydı.
Kobane direnişinin IŞİD ablukasını yıkmasının üzerinden bir, Erdoğan’ın Şam’da namaz kılamayışının üzerinden ise üç yıl geçti.
Erdoğan’ın “düştü düşecek” dediği ne varsa ayakta durmaya devam ediyor yani. Diğer gelişmelerin yanında, sadece bu öngörüsüzlük bile Erdoğan’ın “düştü düşecek” durumuna geldiğini göstermez mi?
Sorunun hem olumlu hem olumsuz yanıtları var tabi. Ama güncel durumu anlamak için sadece son bir haftada olanlara bakmak faydalı olacak.
Suriye rejiminin cihatçı terörizm karşısındaki direnişinin kırılamamasının, başta ABD olmak üzere uluslararası aktörleri yeni planlar yapmak zorunda bıraktığı genel kabul gören bir değerlendirme. “Esad’ın çekilmesi” şartının ne kadar diretilirse diretilsin tutmayacağı da son zamanlarda iyice belirginleşmiş oldu. Sığınmacıların Avrupa’ya akın etmeye başlaması ise, Suriye’deki düğümün bir an önce çözülmesi yönünde bir baskı oluşturdu.
ABD, Esad’ı öncelikli hedef olarak gören stratejisini fiilen geriye çekmişti zaten. IŞİD’e karşı mücadele, bir süredir, ABD’nin Suriye politikasının ilk maddesi görünümünde. YPG ile sağlanan ittifak da IŞİD karşısında sahada savaşacak bir güç arayan ABD’nin bu yönelimine uygun.
Son bir hafta içinde olanlar ise, Suriye başlığında artık bir kırılma noktasına gelindiğini gösteriyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin “Esad’ın hemen çekilmesi gerekmiyor” minvalindeki sözlerini, Angela Merkel’in “Çözüm için Esad’la da görüşmeye hazırız” sözleri izledi.
Rusya’nın hamlesi ise, Suriye’deki gidişatı ciddi biçimde değiştirecek nitelikte. Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığının Türkiye’nin çok istediği uçuşa yasak bölge uygulamasını imkansızlaştırdığı açık. Obama’nın IŞİD karşıtı koalisyondaki özel temsilcisi olan ve uçuşa yasak bölge konusunda AKP’yi desteklediği bilinen emekli general John Allen’ın birkaç gün önce sürpriz biçimde istifa etmesi ya da ettirilmesi de bunu doğrular nitelikte. Bir anlamda Rusya, İncirlik’e karşı Lazkiye hamlesi yapmış gibi oldu ve uçuşa yasak bölge tartışmalarına noktayı koydu.
Öte yandan Putin, dün açıkça Esad’ı korumak istediklerini söyledi bile. Bu, Rusya’nın Suriye denklemine ağırlık koyduğunun inkar edilemez işareti. Dahası, kimsenin Rusya’yı bu denklemden çıkarmak ya da etkisizleştirmek gibi bir fırsatı da bulunmuyor. Belki de bu yüzden, hem Kerry hem de ABD Savunma Bakanı Carter Rusya ile Suriye hakkında görüşmeye açık olduklarını hızlıca duyurdular.
Türkiye ise, ABD, Almanya ve Rusya’nın üzerine yerleşmeye başladıkları yeni zemini bozma şansına sahip değil elbette. Bu saatten sonra, ne uçuşa yasak bölge ısrarı, ne de Esad’ın çekilmesi şartı ileri sürülebilir. Türkiye, başrol oyuncularının sahnesinde sadece bir figüran olarak yer almayı kabul etmek zorunda.
Erdoğan’ın “Esad’lı bir geçiş süreci olabilir” sözü, bu anlamda bir kırılma anını işaret ediyor. Erdoğan’ın dilinden bu sözler döküldüğü sırada Davutoğlu New York’a BM toplantısına gidiyordu ve muhtemelen ABD’yi ne kadar uyumlu oldukları konusunda ikna etmek için Erdoğan’ın bu sözlerini de ezberlemişti.
Ancak Türkiye’nin sahnenin yeni kuruluşuna uyum sağlamasını zorlaştıran bir faktör daha var.
Türkiye’nin bölge konusundaki en büyük hassasiyetlerinden birinin de YPG’nin güçlenmesi ve Suriye’de bir Kürt devletinin kurulması olduğu biliniyor. YPG’nin Cerablus’u alarak kantonları boydan boya birleştirmesi, sadece Türkiye’nin güney sınırlarının tümüyle Kürt devleti ile çevrelenmesi değil, aynı zamanda Suriye’ye yönelik cihatçı terör politikasının da sona ermesi anlamına geliyor.
Bu nedenle, YPG’nin olası ilerleyişi konusunda tavizsiz bir tutum takınan AKP, görünen o ki bu başlıkta da beklediği karşılığı alamayacak. İncirlik üssünün kullanılması karşılığında Türkiye’nin ısrarla istediği Kürtlere saldırı izni, YPG’yi kapsamadı mesela. Dahası, ABD YPG’yi terörist olarak görmediğini de duraksamaksızın açıkladı. Independent gibi önemli haber kaynaklarında YPG’nin bölgedeki en güvenilir müttefik olduğu ve zorluk çıkaran Türkiye’nin hizaya getirilmesi gerektiği açık açık yazıldı geçen hafta.
Öte yandan, Türkiye’nin kesin olarak karşı çıktığı Cerablus’un alınması konusunda da gelişmeler yaşanıyor. Salih Müslim diplomatik bir dille “Cerablus’u alma planımız yok, ama ne gerekiyorsa yaparız” dese de, Kobane Dışişleri Bakanı İdris Nassen Cerablus’un birkaç hafta içinde alınacağını söyledi. Tabi Nassen, Cerablus operasyonun ABD ve koalisyon güçleri ile birlikte planlandığını, Türkiye’nin engel olmaya kalkarsa doğrudan ABD ile karşı karşıya gelmek zorunda kalacağını belirtmeyi de ihmal etmedi.
Kısacası, Türkiye, hem Esad hem de YPG konusunda ne söylüyorsa, tam tersi gelişmeler birer birer gerçekleşiyor. Bu tablo, sadece Yeni Osmanlıcılık hülyasının çöpe gittiğini göstermekle kalsa iyi. Daha ötesi de var, çünkü artık şu soru yüksek sesle sorulmaya başlandı: Erdoğan ne zaman düşecek?
Gerçekten de, manzaraya bakınca Erdoğan için “düştü düşecek” demek akla yatkın gelebilir. Üstelik, dış politikanın AKP iktidarı açısından en önemli güç kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, buralarda yaşanan fiyaskoların sarsıcı etkilerine dayanmanın zor olacağı belli.
Ancak Yeni Osmanlıcı dış politika stratejisinin iflası ne kadar sarsıcı olursa olsun, AKP’nin düşüşünün bu sayede gerçekleşeceğini beklemenin gerçekliği yok. Çünkü AKP, Türkiye’de hala geniş bir kitle desteği olan ve devlet mekanizmasını büyük ölçüde kontrol edebilen, bu gücüyle sermaye çevrelerini de ürkütebilen bir iktidar olmayı sürdürüyor. Zaten bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, AKP’ye hala bir şans bırakan da ülke içindeki bu denge.
Bu anlamda, 1 Kasım seçimi, sadece meclis aritmetiğinin ya da hükümetin nasıl oluşacağını değil, Erdoğan’ın geleceğini de etkileyecek bir önem kazanıyor. Belki de elinde kalan son dala tutunmak isteyen Erdoğan’ın, 1 Kasım’a her şeyi göze alarak yürümesinin nedeni de bu olsa gerek.
O halde “Erdoğan düştü düşecek mi” sorusuna verebileceğimiz yanıtlar açıklığa kavuşmuş sayılır. Eğer son bir haftada yaşananlara bakarsak, “düştü düşecek” dememek için fazla neden yok. Ancak, az önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye siyasetindeki rolünü ve iktidardaki yerini koruduğu sürece bu soruya aynı rahatlıkla yanıt vermemiz mümkün görünmüyor.
Çünkü Erdoğan’ın geleceğini kesin biçimde belirleyecek olan, uğraklarından sadece biri 1 Kasım olan, ama onu hem önceleyen hem de takip edecek olan toplumsal mücadelenin sürekliliğidir.
Bu bir sürekliliktir ve Haziran Direnişi ile 7 Haziran seçimindeki gerileme bu sürekliliğin geride bıraktığımız uğraklarıdır. 1 Kasım seçimi ise, hemen önümüzdeki uğrak olarak önem kazanmıştır ve sandıktan çıkan sonucun Erdoğan’ın gerileyişini devam ettirmesi sağlanmalıdır.
Ve 1 Kasım’dan sonra, Erdoğan’ın kaderini tayin edecek olan toplumsal mücadelenin sürekliliği korunup güçlendirilebilirse, işte o zaman Erdoğan için “düştü düşecek” demek mümkün olacaktır.