Erdoğancılığın 20 yıllık kalkınma modeli çöktü 

"İktidar ve yandaşlarının verdiği rakamlar, gerekçeler, suçlular sürekli değişiyorsa da rejim destekçileri de dahil, herkes işin aslının ne olduğunun gayet farkında. Toz bulutları dağılırken, bir hakikat ayan beyan ortaya seriliyor. Erdoğan'ı İBB’den önce başbakanlığa, nihayetinde tek adamlığa taşıyan inşaata ve kentsel rantların büyütülüp-bölüşülmesine dayalı „kalkınma“ modeli çökmüştür."

Saray iktidarı, 14 Şubat’ta Erdoğan’ın “Yıkılan binaların yüzde 98’i 1999'dan önce yapılmış” sözlerinden beri kendisinin binaların yıkılmasında bir sorumluluğu olmadığı masalını anlatıyor. Örneğin, 6 Mart Pazartesi Şehircilik Bakanı Kurum, basın mensuplarının karşısına çıktı ve istatistiki tablolarla, yıkılan binaların yüzde 96,69’unun 1999 öncesi yönetmeliğe göre inşa edildiğini açıkladı. Dikkatli bakıldığında Kurum’un iddiasını son derece zayıf verilere dayandırdığı hemen anlaşılıyor. Yine kendisinin açıkladığı yıkılan veya acilen yıkılması gerekecek düzeyde harap olmuş bina sayısı 227 bin 27 iken, yüzde 96,69’luk hesaplamayı yaşını tespit edebildikleri 28 bin 600 bina içinde yaptıklarını belirtti. 227 bin 27’lik bina evreni üzerine 28 bin 600 üzerinden böyle bir değerlendirme paylaşmak, yüzde 87,5'luk kısmını bilinmiyor hanesine yazmak ancak bu post-truthçulara yakışır bir manipülasyon çabası dedirtti.

Bir başka örnek, milletvekilliğinden sosyal medya trollüğüne terfi etmiş Şamil Tayyar’ın “Proje sorumluluk zincirindeki herkese hesap sorulurken yasa dışı talepleri yerine getiren ustalar da hesap vermeli” şeklindeki beyanatı. Aynı şekilde, farklı troll ekiplerinin, mimarların, plancıların, inşaat mühendislerinin peşine düştüğü, zamanında kentsel dönüşüme karşı çıkmış TİP Milletvekili Barış Atay’ın bile hedef alındığı görüldü. Dolayısıyla, burada suçu ısrarlı biçimde, iktidar dışında faillere yıkma çabası var. Alışık oldukları “at ortaya bir iddia, kamplaştırarak yanımızda tuttuklarımız onu her yerde savunur” şeklindeki post-truthçu akılla hareket ettikleri söylenebilir. Fakat devasa yıkıcılıktaki bu olayda iktidar yanlılarının propaganda taktiklerinin işe yaramadığını kamuoyu anketleri ortaya koyuyor.

Toplumun büyük çoğunluğu, depreme hazırlık, arama-kurtarma ve hayatta kalan depremzedelere yardım konularında iktidarın çok kötü bir pratik sergilediğini düşünüyor. “İstanbul Ekonomi Araştırma” tarafından 16-20 Şubat 2023 tarihinde, Türkiye çapında 26 ilde, 2 bin kişi ile yapılan anket çalışmasına göre AKP-MHP seçmeninin yalnızca yüzde 25'i deprem yüzyılın en büyük felaketlerinden olduğu için alınacak önlemlerin fayda etmeyeceğini söylemiş. Toplumun yüzde 82'si kurumlar üzerine düşeni yapsaydı depremin çok daha az kayıpla sonuçlanacağını düşünüyor. Bunun yanında, Türkiye Raporu ve ORC şirketlerinin şubat ayı kamuoyu anketlerine göre AKP oyları aylar sonra yeniden yüzde 30'un altına düşmüş gözüküyor. Aynı şekilde, Metropoll Araştırma'nın yöneticisi Özer Sencar da 9 Mart'ta AKP oylarında önceki aya göre yüzde 4'lük bir düşüş olduğu bilgisini paylaştı.

ERDOĞAN’IN “KALKINMA” MODELİ NASIL BİR ŞEYDİ?

İktidar ve yandaşlarının verdiği rakamlar, gerekçeler, suçlular sürekli değişiyorsa da rejim destekçileri de dahil, herkes işin aslının ne olduğunun gayet farkında. Toz bulutları dağılırken, bir hakikat ayan beyan ortaya seriliyor. Erdoğan'ı İBB’den önce başbakanlığa, nihayetinde tek adamlığa taşıyan, inşaata ve kentsel rantların büyütülüp-bölüşülmesine dayalı "kalkınma" modeli çökmüştür.

TOKİ-kentsel dönüşüm projeleri, düşük faizli mortgage kredileri, sektöre yapılan teşvikler ve büyük kamu altyapı projeleriyle desteklenen inşaat ve konut sektörleri, enerji-maden-savunma sektörleriyle birlikte 2000’li yıllar Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörlerindendi. 2003-2009 arasında 500-600 bin olan konut inşaatı sayısını, 2014-2017 arasında bir milyonun üstünde tutan faktör de Erdoğan'ın AKP parti alanındaki burjuvazinin domine ettiği inşaat-konut sektörlerini çeşitli doğrudan-dolaylı desteklerle ihya etme politikasıydı. İnşa edilen konut sayısı bu şekilde seyrederken, satılan konut sayısı bir milyon 400 seviyesindeydi ve bu satışların 3'te 2'si zaten konutu olan mülk sahiplerine yapılmıştı. Erdoğan, bununla da yetinmeyip, 2018 seçimleri öncesinde daha evvel yaptığı imar aflarını solda sıfır bırakan büyüklükte bir yapılaşma suçuna imza atarak, izinsiz-denetimsiz-kuralsız biçimde yapılmış 7 milyon 78 bin konut ve iş yerini yasalara uygun kayıtlı hale getirdi. Yani bir “iktisatçı” olarak geliştirdiği ve adına Erdoganomics de denebilecek imar-rant yağması modelini bu şekilde tabana da yaydı.

Mülk sahiplerine alınıp satılacak yeni arsa, konut, iş yeri gibi gayrimenkuller üzerinden rantsal spekülasyonlar yaptıran, İstanbul ve diğer kentlerdeki emlak değerlerini uluslararası düzeyde alınır satılır hale getirecek ölçüde uçuran Erdoganomics’in, Saray Rejimi'nin hukuki geçerlilik kazandığı 2018’den itibaren tıkanması dikkat çekicidir. Türk lirasının dolar ve diğer para birimleri karşısında değer kaybetmeye başladığı Ağustos 2018 sonrasında, konut sektöründeki durgunluğun ABD ve Avrupa’daki 2009 mortgage krizindeki gibi emlak fiyatlarını düşüren bir etki yapmasını engellemek yani Erdoğan’ı Saray'a taşıyan modeli sürdürmek için konut kredilerini düşürünce, döviz kurunu yükselip ardından da şok enflasyon dalgası açığa çıkmıştı. Bunun sonucu toplumun rant/kira gelirleriyle geçinen yüzde 15-20'lik bir kesimi dışında kalanların hızlı biçimde yoksullaşması ve genel bir ekonomik kriz olmasa da Korkut Boratav’ın deyimiyle sosyal bunalımın yaşanması olmuştu. Sosyal maliyetleri bu denli ağır olan modeli sıcak para girişleri ile sürdürebilen Erdoğan, 2021’in ikinci çeyreğinden 2022 Haziran'ına kadar gerileyen seçmen desteğini son aylarda toparlamaya başlamış ve düzen siyasetini dizayn etme kudretini yeniden eline geçirmişti ki Güney Anadolu depreminin ardından siyasi tablo ve gelişmeler bir anda tersine döndü.

RÜZGARIN TERSİNE DÖNÜŞÜNÜN GÖSTERGELERİ

Deprem sonrasında seçmen desteğinin yeniden yüzde 30’un altına indiği de görülünce son 10 günde muhalefetin önünü açan olaylar peş peşe yaşandı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakı’nın adayı ilan edilmesi, Meral Akşener ve partisinin 3 Mart'ta 6’lı masayı terk edip, 6 Mart'ta geri dönmek zorunda kalmasından beri (1) son bir haftada yaşanan; AYM’nin HDP’nin kapatma davasında verdiği kararlar, yakın zamana kadar Erdoğan’la yan yana olan ulusalcı kesimlerin çizgisinde bulunan Cumhuriyet ve Sözcü’nün son bir haftada Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen bir çizgiye gelmesi, HDP’ye karşı düzen muhalefeti kamuoyunda gözlenen belirgin yumuşama, Erdoğan ve Saray Rejimi'nin son bir haftadır içine girdiği derin sessizlik gibi pek çok olayı alt alta topladığımızda, Türkiye siyasetinde güç dengelerinin 21 yılın ardından belirgin biçimde değiştiği tarihsel bir ana şahitlik etiğimizi söyleyebiliriz.

Burada Erdoğan’dan hazzetmediği bilinen Biden kabinesinin en etkili isimlerinden ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın 19-20 Şubat’taki Türkiye ziyaretiyle, Erdoğan’la Beştepe’de görüşmeyip onu Esenboğa Havalimanı Şeref Locası’na getirterek görüşmesinin önemli bir faktör olabileceği görülüyor. Blinken hem Çin ve BRIC ülkelerinin kazandığı globalleşmeden çıkış anlamına gelen fakat kendisini otoriter rejimlere karşı demokratik uluslararası toplum ittifakı olarak lanse eden yeni NATO emperyalizmi konseptinin mimarlarından biri hem de 8 Aralık 2022’de Sıtkı Ayan isimli T.C. vatandaşının off-shore hesaplarına İran petrolünü satıp, ABD’nin terör örgütü saydığı İran destekli bir örgüte aktardığı gerekçesiyle el konulduğunu bizzat kendi Twitter hesabından duyuracak denli Türkiye’le “ilgili”. Erdoğan'ın seçimleri lehine çevirecek bir faktör olarak kurguladığı "türban serbestisine" ilişkin Anayasa değişikliği referandumu konusunun gündemden düşmesini, geçen hafta ABD Genelkurmay Başkanı’nın Rojava ziyaretini, iktidarın derin bir takım odakları kendisine mahkum kılmak için hazırlattığı Hablemitoğlu suikasti dava kurgusunun duruşma sırasında yaşananlarla çökmesini, Bursaspor - Amedspor maçında yaşanan ırkçı saldırganlığın PFDK tarafından beklenmeyen bir cezayla karşılaşmış olmasını da bu süreçte yaşanan sıra dışı olaylar tablosuna eklemek gerekir.

Aynı vektörü destekleyen bunca gelişmenin aynı zaman aralığında yaşanmasında, Güney Anadolu depremlerinin açığa çıkardığı birikim modelinin sürdürülemez hale gelen çöküşünün özel bir rolü olduğunun altını kalınca çizmek gerekir. Sürecin neden ulusalcı-devletçi güçlerin değil de biraz daha demokratik görünümlü Kılıçdaroğlu çevresinin önünü açtığının yanıtını Cenk Saraçoğlu’nun 4 Mart’ta (2023) Gazete Duvar’da bütün bu gelişmelerin pekçoğu yaşanmadan önce yazdığı “Ölüm, Sıtma ve İYİ Parti” makalesinde bulabilirsiniz. Makaledeki fikirler ve öngörülerle ilgili de yazmak istiyorum fakat bu yazıda Edoğan’ın birikim modelinin neden depremle çöktüğü iddiasını biraz daha işlemek isterim.

EN BÜYÜK DARBE, İKTİDARIN EN HAKİKİ DAYANAĞINDAN GELDİ

Gezi’de 2013’te rıza türetme, muhaliflerine de iktidarının meşruluğunu kabul ettirme bakımından hegemonya kapasitesini yitirdiği ortaya çıktıktan sonra Erdoğan’ın, iktidarda kalabilip Saray Rejimi'ni kurabilmesinin pek çok nedeni sıralansa bile iki temel dayanağı vardı. Bu dayanaklardan gözle görülür olanı; seçmen desteğinin yüzde 40’ın altına düşmemesi, bunun İstanbul’da daha yüksek olması ve Anadolu’nun yoksul emekçi havzalarında yüzde 60’lara kadar yükselmesiydi. Bu yüksek halk desteğini sağlayan maddi temel olarak kurduğu birikim modelinin 2011 ve 2012’de yüzde 10’ları aşan büyüme yaratan canlılığı ise Erdoğan’ın hegemonyasız tahakkümle yürüyen iktidarının diğer dayanağıydı.

Erdoğan ve Saray Rejimi'ne verilen desteğin en güçlü olduğu bölgelerden birinde, gücünün kaynağı olan sosyal - sınıfsal ittifakların beslendiği inşaata ve kentsel rant spekülasyonuna dayalı kalkınmanın ne kadar çürük temeller üzerine kurulu olduğu ortaya çıktı. İnsan kaybının resmi rakamın üzerinde olduğu da elbet bir gün ortaya çıkacak. Fakat Antakya ve Malatya gibi tarihsel - kültürel değer olan şehirlerdeki miras yapı ve mekansal dokuların korunması için yeterli çalışma yapılmadığı da ortada. Ayrıca, ülke nüfusunun altıda birini barındıran deprem bölgesindeki yıkımın son yıllarda siyasi ve ekonomik tavizlerle sağlanan dış kredilerle, swap destekleriyle, kaynağı belirsiz paralarla ayakta tutulmaya çalışılan Türkiye kapitalizmine ciddi bir darbe vurduğu ortada. Yaşanan yıkımın üretim, tüketim, dağıtım bağlamında ekonomide ciddi bir daralmaya yol açması kaçınılmaz. Bunun yanında, ekonominin yeniden inşa sürecinin getireceği ek maliyetleri karşılayacak durumda olmadığı da biliniyor. Dolayısıyla, Erdoğan’ın ekonomi modelinin sürdürülmesinin maliyeti taşınamaz bir noktaya gelmiş gözüküyor. Kaybetmeye bu kadar yakınken, iktidarın seçimleri ertelemek yerine 14 Mayıs’ta yapacağını ilan etmesinin nedeni; tıkanmaya yüz tutmuş, deprem öncesinde zaten ite - kaka yürütebildiği Erdoganomics gemisi için denizin bitmiş olmasından başka bir şey değildir.

BİLDİĞİNİ OKUMAYA DEVAM EDECEĞİNİ İLAN ETTİ

Bir yıl içinde 100 bin konut yapmayı vadeden Erdoğan ise modelden vazgeçmek bir yana, felaketi yine aynı mantık ve usulle yani kendisi ve yandaşları için yeni kazanç kapısına dönüştürerek biçimde yürüteceğini; depremin ikinci ve üçüncü haftasında yaptığı ilk dört inşaat ihalesini katılacakları kendisinin belirlediği davet usulüyle yapmasıyla ve daha önemlisi 24 Şubat (2023) tarihli 126 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle (KHK) ilan etmiş bulunuyor. Bu KHK’yla depremzedelerin mülklerine trampa, kamulaştırma, mülkiyetin başka yerlere taşınması gibi yollarla el konulabilecek; ormanlar, meralar, koruma alanları gibi yerler inşaat faaliyetleri için kullanılabilecek; binalar imar planı olmaksızın, bakanlık ve TOKİ’nin yapacağı vaziyet planı ve yapı proje izinleriyle dikilecektir. Aynı KHK’ya göre iktidarın alacağı bütün bu kararlara karşı yargıya itiraz hakkı da ortadan kaldırılmıştır.

Haftalarca depremzedeler sokaklarda donarken çadır dağıtmayıp, 2 bin tanesini AHBAP’a satabilecek düzeyde vahşi kapitalist bir işletme gibi hareket eden, ülkenin 155 yıllık hayır kurumu Kızılay Başkanı'nın görevden alınmaması da başka şehirlere gidenlerle diğer şehirlerde kiralar ve konut fiyatlarının yüzde 50’ye varan artış göstermesi de Saray Rejimi'nin neoliberal ekonomik modelinin halkın genelinin nefesini kesecek acımasızlıkla işletilmeye devam edildiğini gösteriyor. Konut kira ve fiyatlarındaki bir yeni sıçrama hayat pahalılığını artırdığı için ücretlerde artışı da baskıladığı ölçüde, üretim maliyetlerindeki olası hızlı artış Türkiye kapitalizminin ihracat kapasitesini de zorlayacaktır. Bunun yanında, iktidarın işletme sahiplerine yüzde 10’luk bir deprem vergisi çıkarmayı düşündüğü haberleri gündemdedir. Dolayısıyla, Erdoğan’ın sürdürmeye çalıştığı inşaat ve kentsel rantlara dayalı model, Türkiye kapitalizmini de peşinden sürükleyerek çöküyor. Bu durum bugüne kadar karşılaştığı hiçbir krize benzemiyor. Zira Erdoğan’ın bugüne dek krizler karşısında devreye soktuğu geçici çözümlerle öteleyebileceği eşiğin ötesine geçmiş bir durumla karşı karşıyız.

ÜLKE 'KURAK GÜNLER'DEN KURTULUYOR MU?

Deprem sonrası yaşananların olumsuz etkilerini toplumun bütünü tam da şu anda somut biçimde deneyimliyor. Köklü bir yön değişikliği olmazsa, eli kulağında denilen İstanbul, Adana merkezli depremlerin çok daha büyük yıkımlar getireceği de artık ortak kanıya dönüşmüş durumdadır. Tam da bu yüzden yıkımın faturasının Erdoğan’a, 5'li çete denilen Saray sermayesine, daha genel olarak Erdoğan’ın modeli sayesinde ekonomik ve siyasi bakımlardan palazlananlara kesilmesi çağrısı yapan Kılıçdaroğlu/CHP ve Erkan Baş/TİP gibi siyasetçiler de bugün eskisinden çok daha fazla destek buluyor.

Saray Rejimi güçlerinin bu yeni duruma nasıl tepki vereceği şimdilik belirsiz görünüyor. Çok gürültü patırtı çıkarmadan seçimlere gidiliyormuş gibi bir görüntü olsa da Erdoğan ve Saray Rejimi güçlerinin siyasi normalleri düşünüldüğünde, her şeyin bu şekilde kurallı gibi gidiyor oluşu, muhalefetin provokasyon, siyasi cinayet gibi endişelerini güçlendiriyor. Erdoğan’ın pek çok bakımından hareket alanı sınırlansa bile kolay kolay pes etmeyip, bir çıkış hamlesi yapacağı beklentisi sürüyor. Açık olan şeyse mevcut siyasal rejimden parlamenter demokrasiye geçmeyi vadeden Millet İttifakı’nın aylardır kıvranıp da atamadığı adımı attığı ve iktidar yürüyüşünün önündeki kilidi açtığıdır.

Geçen yazımda kullandığım, “Kurak Günler” filminin sonundaki, obruğun iki tarafında avlar (işini hakkıyla yapmaya çalışan genç savcı ve genç muhalif gazeteci) ve avcıların (Yanıklar kasabası belediye başkanı, avukat oğlu ve onlarla yaban domuzuna giden yandaşları) birbirine bakakaldığı sahneye dönerek yazıya edebi bir kapanış yapmak isterim. Emin Alper’in bu önemli filmi, kameranın, avcıların "Ne oldu şimdi, ne yapacağız" diyen şaşkın bakışlardan, obruğun karşı tarafındaki soluk soluğa kalmış avların rahatlamış yüzlerine dönerek bitiyordu. Filmin biraz daha devam ettiğini düşünelim, avcıların yanlarında kısa bir süre sonra bir obruk daha oluştuğunda, grubu yönetenleri sorgulamaya başlayacağı kesindir. Hatta grup içinden birilerinin “Hepsi sizin yüzünüzdendi zaten, açgözlülük yapıp fazla ileri gittiniz, keşke gazeteciyi, savcıyı dinleseymişiz” diyerek silah(lar)ını belediye başkanı ve oğluna çevirmesi de olasıdır. İnsan deprem sonrası yaşanan çöküş ve siyasal denge değişiminin böyle bir yanı da var mıdır diye sormadan edemiyor.


(1) Çöküşü yapısal hegemonya güçleri (emperyalizm, burjuvazi ve yüksek bürokrasi) ve 3 İslamcı parti dahil, sağdan sola pek çok siyasal yapının gördüğünü anlıyoruz. Bu durumun kavranmasında, muhalefet partileri içinde anti - sol güvenlik bürokrasisi ve kontra unsurlarla daha yakın ilişkileri olan, devletçi-milliyetçi bir siyaset eliti olan İYİP kurmayları bunu görse de kendisine kazandıracak bir oyun kurmayı deneyip başarısız olup, süklüm püklüm masaya dönmesinin özel bir rolü olduğunu da belirtmek gerekir.