Fay hatları kırılırken ‘yeniden kuruluş’
Solun taşıyıcı sütunları yorgundur. Korozyona uğramış demirlerin tasfiye edilmesi, harcın tuzdan, çakıldan ve aşındırıp öğüten diğer unsurlardan arındırılması, yeni, “birleşik” bir siyaset anlayışının ön alması gerekmektedir.
Cumhuriyet tarihinin en ağır, yıkıcı felaketleri AKP döneminde yaşandı.
Bunu en başa yazalım:
Kapitalist sistemin yönelim ve tercihlerinin sorgusuz savunuculuğundan bir an caymayan AKP’nin neoliberalizmle harmanlanmış siyasal İslamcı politikaları bu felaketlerin başlıca sorumlusudur.
Ve ısrarla, tekrar tekrar vurgulayalım:
6 Şubat 2023’teki büyük deprem felaketinin asli sorumlusu, doğayı ve toprağı tükenmez bir rant kaynağı olarak gören kapitalist sistem ve onun muhafazakâr yerli ve millî evladı AKP’dir.
***
Türkiye Cumhuriyeti iki temel siyasi fay hattı üzerine kuruldu. Fay hatlarından biri, Osmanlı saltanat düzeniyle yüz yıllar boyunca uyum içinde konuşlanarak iktidardan nemalanan şeyhler ve tarikatlarla karşılıklı etkileşim içindeki din ulemasının temsil ettiği tarihsel İslamcı hat; diğeriyse ulusal kurtuluş savaşına katılmış, 1920 Birinci Meclisi’nde siyaseten temsil edilmiş Kürtlerin yer aldığı hat.
Osmanlı devletinin yıkıntılarından ancak “Türklük” ekseninde kurgulanmış laik bir devlet anlayışıyla çıkılabileceğini düşünen Mustafa Kemal ve siyasi çevresi, kuruluştan hemen sonra din adına yetke kullanan ulema takımıyla ve Kürtlerin temsilcileriyle yollarını ayırdı.
Türkiye Cumhuriyeti, tek parti dönemi boyunca tekil iktidarını kimseyle paylaşmayan otoriter bir anlayışla yönetildi. Andığımız fay hatlarındaki gerilim zaman içinde yoğuşarak birikti. Kürt fayındaki kırılma cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kendisini farklı yoğunluktaki toplumsal isyanlar biçiminde ortaya koyarken, İslamcı cenah içe dönük propagandayla ilmek ilmek işlediği, tarihsel kinin örgün biçimde yapılandırıldığı bir biriktirme süreci yaşadı.(1) Öncü sarsıntıları açık biçimde DP iktidarı döneminde hissedilen dinin siyaset üzerindeki baskın etkisi, sonraki sağ iktidarlar döneminde artarak devam etti. 70’li yıllardan itibaren mevcut rejimle kâh çatışıp kâh uyumlanarak alttan alta iktidar yürüyüşünü sürdüren siyasal İslamcı eğilim, “müesses nizamı”, kurulu rejimi tahrip edecek mutlak etki gücüne AKP iktidarı döneminde ulaştı.
Bütün bu süreç boyunca; DP iktidarıyla başlayan dışa bağımlı kalkınma modeli ve kamuculuğun tasfiyesine yönelik hamleler AP, DYP ve ANAP gibi sağcı partiler tarafından büyük bir sadakatle devam ettirildi, “millî görüş” gömleğini üzerinden atan AKP döneminde ise tepe noktasına vardı.
2000’li yıllarda çevre ülkelerde kendisine “küresel partner” arayan neoliberal politika savunucuları, AKP şahsında sadık bir işbirlikçi buldu. Dünya ölçeğindeki ılımlı İslam projesinin parlayan yıldızı olarak lanse edilen AKP, beklenti sahiplerini utandırmadı. Bir taraftan kamu şirketlerini özelleştirip yandaş sermaye yapıları lehine “babalar gibi” satarken diğer taraftan eğitim, sağlık ve barınma hakkıyla ilgili son “sosyal devlet” kalıntılarını da yok ederek yurttaşları sermaye egemenliğinin, başka bir deyişle piyasanın insafına terk etti. Plansız ve denetimsiz kentleşme nedeniyle merkez kentsel mahallerdeki inşaat sahasını hızla tüketen yeni yandaş müteahhit çeteleri, bir süre sonra gözünü kamu arazilerine ve çeperdeki yerleşimlere çevirdi. Uzun yıllar yol, alt yapı vb fiziki ve kent yaşamına uyumlanma anlamında sosyo-kültürel sorunları nedeniyle gündeme gelen gecekondu bölgeleri, 99 Depremi sonrasında “kentsel dönüşüm” projeleriyle birlikte anılır oldu. Ancak ve ne yazık ki riskli yapıların güçlendirilmesi ya da yıkılıp dönüştürülmesi içerikli “kentsel dönüşüm”, hızla deprem esaslı bir düzenleme olmaktan çıkarak bir “rantsal dönüşüm projesi” haline geldi. 5’li çetesinden taşradaki yerel müteahhite uzanan çok katmanlı ve örgün bir yandaş sermaye yapılanması çerçevesinde “beton ekonomisi” tüm işleyişe egemen oldu.
Hafriyat kamyonlarının günün her saatinde her yere girip çıkabilme serbestisinde, tabir uygunsa “geçiş üstünlüğü”nde simgelenen bu dönem, tüm Türkiye’de kâr hırsının gözleri kararttığı, bütün ahlaki kriterlerin dinsel referanslar üzerinden tarif edildiği, liyakat, vicdan, hak, hukuk, adalet gibi kavramların unutulduğu bir çürüme süreci olarak yaşandı.
7.7 ve 7.6 büyüklüğünde vuran depremin bu kadar ağır bir yıkım yaratmasının gerçek nedeni işte bu çürümedir.
“Şefaat ya Resulallah” diyerek yola çıkanların, manipüle edilmiş rakamlarla desteklenen büyüklük kompleksinin varabildiği yer işte bu çürük çarık beton ekonomisi ve on binlerce cana mal olan bu benzeri görülmemiş ağır, tarihsel yıkım oldu.(2)
Denetimsiz, plansız yapılaşmanın getirdiği bu yıkımın, taammüden işlenen bu cinayetin faili, yola “İnşaat ya Resulallah” parodisinde ifade bulan sapkınlıkla devam eden zihniyettir. Bu, aynı zamanda siyasal İslamcılığın da çöküşü, yıkımıdır.
***
Yaşadığımız bu dehşet ve acı dolu günlerde yıkımla birlikte yan yana anılan, sıkça kullanılan bir kavram var: “Kuruluş” ya da “yeniden kuruluş”.
İktidar bloku, beton ekonomisi zihniyetine uygun bir anlayışla söz konusu kuruluşu, yüz bin, iki yüz bin vb. konut hedefli yeni kent(ler) kurulması tanım ve hedefine indirgiyor. Muhalefetin bir kesimi ise haklı bir vurguyla zihniyet değişikliğini öne çıkaran bir yenilenme gerekliliğinden, eğer bu yapılmazsa sözümona mimari iyileştirmenin pansumandan öteye gidemeyeceğinden söz ediyor.
Şüphesiz doğa yasalarıyla toplumsal yaşamı belirleyen yasalar arasında bir geçişkenlik, benzeşme var. Faylar kırılıyor, kırılan fay hatları başka fayları tetikliyor. Toplumsal, kültürel, siyasal anlamda yeni fay hattı, emek ve özgürlükler alanında -yanı sıra hak ve adalet temelli arayışlar zemininde- birikmiş bulunuyor. Gezi’de açığa çıkan enerji, rejimi sarsmış ama yıkamamıştı. Bu sefer açığa çıkan enerji çok daha büyük, çok daha kapsamlı ancak hâlâ parçalı ve dağınık durumdadır.
“Millet İttifakı” toplamında ifadesini bulan “restorasyon” projesinin aktörleri kendi gerilim hattını rahatlatacak bir noktaya henüz varabilmiş değil. Muhalefette de olsa kendisini milletin asli temsilcisi olarak gören “merkez sağ”ın temsilcileri parlamenter demokrasiye geçiş sürecinin inisiyatifini “sol” bir öznenin tekeline bırakmak istemiyor. Ve keza, Kürtlerin demokratik süreçte rol sahibi olması anlamına gelecek örtük ya da açık bir dahil oluşa zinhar sıcak bakmıyor.
Devrimci güçler, sosyalist sol ise bir imkân, olabilirlik ve olmazlık hattında gidip geliyor.
Farklı örgütlülük donanım ve düzeyindeki sol güçler deprem sonrası muazzam bir dayanışma örneği gösterdi. Doğalarında içerili dayanışma hasleti bu vesileyle her bir devrimci özneyi kitleler nezdinde görünür hale getirdi ki bu bir imkândır, kıymetlidir. Ancak organik bir gövde bütünü halinde seferber edilemediği, arzulanan ve olması gereken biçimde “birleşik”lik taşımadığı için de “iktidar alternatifi” bir güç olmaktan uzaktır.
Bilindiği gibi siyasal eylemde bir sonraki adımın nereye yöneleceğini bugünkü seçimlerimiz belirler. Neyi besler, öne çıkartırsak o birikir. Solun tarihsel geçmişinden gelen benmerkezci/rekabetçi siyaset yapma tarzında içkin birikim uzun erimde bir “olmazlığı”; yine doğasında içkin olan dayanışmacılık, adanmışlık hasletleri ise bir “olabilirliği” ifade ediyor. O ünlü Kızılderili deyişinde olduğu gibi hangisini daha çok beslersek, bir farkındalık olarak öne çıkarırsak o üstün gelecek.(3)
Şimdi sırası mı denilebilir ama bizce tam sırasıdır:
Bölük pörçük faaliyet bölük pörçük enerji biriktirir, yıkıcı bir kuvvete dönüşmez. Dramatik, sarsıcı bir pratik vesilesiyle sahada yan yana gelinmiştir. Bu yan yanalığı görünür hale getirmek, bir diğerini görmek, göstermek ve “yeniden kuruluş”la ilgili bir “imkân”ı işaret eden iradeyi ortaya koymak kaçınılmaz bir görevdir.
Bilindik, tekil okumalara tabi bir siyaset ne kadar yüksek enerji üretirse üretsin, sıvılaşmaya yatkın kumul zemin tarafından yutulmaya ve ceberut devletin örgütlü şiddeti tarafından dağıtılmaya mahkûmdur.
Benzetmekte sakınca yok: Solun taşıyıcı sütunları yorgundur. Korozyona uğramış demirlerin tasfiye edilmesi, harcın tuzdan, çakıldan ve aşındırıp öğüten diğer unsurlardan arındırılması, yeni, “birleşik” bir siyaset anlayışının ön alması gerekmektedir.
Yeniden kuruluşla ilgili en çok ihtiyacımız olan şey budur!
Ancak o zaman Serdarî’nin sözlerindeki keramet hâsıl olur:
Ancak o zaman kısa çöp uzun çöpten hakkını alır.
Ve ancak o zaman kefensiz gömülen binlerce yurttaşımızın âhı enkaz altında kalmaktan kurtulur.
Ve ancak o zaman...
“Âkibet alınır öcümüz bizim!”(4)
(1) Kürt fay hattı Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları sonrasında uzun süren bir sessizlik dönemi yaşadı. Ta ki 1984 Eruh-Şemdinli kalkışmasına kadar. Çok parçalı bir kırıktan söz ediyoruz. Buradaki gerilim birikmeye devam etmektedir.
(2) Hızlı, kuralsız büyüme ve zenginleşme güdüsünden kan alan söz konusu çürümenin en yoğun yaşandığı alan inşaat sektörüdür. TMMOB Mimarlar Odası’nın yaptığı açıklamaya göre, Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan merkezli depremde yıkıma uğrayan binaların yarısı 2001 yılından, yani yeni deprem yönetmeliğinin yürürlüğe girmesinden sonra yapılmıştır.
(3) Bu yazının demlenmesi sürecinde yeni bir gelişme yaşandı. TİP’in Kızılay’la ilgili yapacağı basın açıklamasının polis şiddetiyle engellenmesi sonrasında, birçok siyasi kurum ve örgüt, TİP’li kardeşlerinin, dostlarının yanında olduklarıyla ilgili destek açıklaması yaptılar, sesi sese çatarak umudu büyüttüler.
(4) 19. yüzyıl halk ozanlarından Serdarî’nin “Nesini Söyleyim Canım Efendim” mısrasıyla başlayan şiiri/türküsünden.