Daha birkaç hafta önceydi, iktidarın sözcüleri Türkiye’de cumhuriyetin gereksiz bir parantez olduğunu, Osmanlı’ya övgüler ve bizlere tehditler savurarak anlatıyorlardı. Erdoğan’ın Kaç-Ak Saray’ı bir sirke dönüştürmesi ve 16 Türk devletinin askeri kıyafetlerini kuşanmış modellerle poz vermesi bu Osmanlıcı silsilenin, kuşkusuz, en komik ve en pespaye haliydi.
Ancak cumhuriyete dair yukardaki değerlendirmenin Erdoğan’dan da onun danışmanlarından da öte bir boyutu var. Türkiye’de liberal düşünce, hiç de öyle son birkaç yıldır değil, hayli uzun bir zamandır “gereksiz parantez” tezini ileri sürüyor.
Liberal teze göre Türkiye’de cumhuriyet ile simgelenen burjuva devrimi süreci yapay, köksüz, bu topraklara yabancı bir olgudur. Çökmekte olan Osmanlı devleti içindeki baskı grupları kendi içlerinde bir kavgaya tutuşmuş ve nihayetinde “batıcı” grup baskın gelerek ülkeyi modernleşme, kapitalistleşme ya da batılılaşma sürecine sokmuştur. Oysa Türkiye’nin koşulları açısından bakıldığında ne batılılaşma ve modernleşme ne de kapitalistleşme gibi bir süreç doğaldır. O halde, 1923’teki kuruluşla tanımlanan cumhuriyet rejimi, baştan sona bu topluma dışarıdan dayatılan, suni, doğal olmayan bir zorlamadır.
Açık ki, kabaca özetlediğimiz bu liberal tezin herhangi bir tutarlılığı ya da gerçeğe uygunluğu bulunmuyor. Zira daha en başta, Osmanlı’da modernleşme ya da kapitalistleşme yönünde dinamikler olduğunu reddederek, bu süreçte sahneye çıkma telaşı içerisinde olan burjuvazinin beklenti ve hedeflerini dikkate almayarak, dünya kapitalizminin oluşturduğu baskı ve iteklemeyi ise kulak arkasına atarak kendisini zemini olmayan bir hattın üzerine inşa ediyor.
Bu tezin sınırları içerisinde kaldığımız müddetçe, Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan sürecin maddi temellerini açığa çıkarmak imkansız hale geleceği gibi, bu süreçte ortaya çıkmış kimi olgu ve kavramları yerli yerine koymanın da bir yolu kalmayacaktır.
Mesela, Osmanlı’da cumhuriyetten neredeyse 100 yıl önce başlayan ve bir kısmı varlığını cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam ettiren aranışlar, sözünü ettiğimiz liberal tezin açıklayabileceği bir konu değildir.
Mesela, burjuvazinin uluslararası kapitalizm ile eklemlenme çabalarının cumhuriyetten daha önceye dayandığını; ölçü birimlerinden hafta tatilinin pazara alınmasına, hatta latin harflerinin kullanılmasına kadar Türkiye burjuvazisi ve kapitalizmi ile dünya sistemi arasındaki “senkron” sorununu çözecek adımların Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana gündeme getirildiğini bu liberal tezin sahipleri hiç duymamış gibidir.
Dolayısıyla, liberal tez maddi gerçeklikten mümkün mertebe uzak durarak, geçerliliği son derece kuşkulu kavramsal ve kuramsal araçlara sonuna kadar “abanarak” ve Korkut Boratav’ın deyişiyle tüm tarihi üzerinden bir dozerle geçip dümdüz ederek cumhuriyetin oluşumu sürecini sislere bürümektedir.
Cumhuriyetin hiçbir maddi dayanağı, kaynağı, zorlayanı olmayan bir süreç olarak tarif edilmesi ise, cumhuriyetle ilişkilendirilen kavramların da aynı kaderi paylaşmasını getirmektedir. Eğer cumhuriyet doğal olmayan, bu topraklara yabancı bir zorlama ise, o zaman laiklik de bağımsızlık da yurttaşlık da o derece zorlamadır, yabancıdır, sunidir.
Doğal gelişimi sekteye uğratan, doğal dinamiklerin seyrini aksatan, doğal olanı ortadan kaldırıp yerine yapayı koyan bu süreç, bu nedenle, yıllardır islamcıların kapatmayı hedefledikleri bir paranteze dönüşmüştür.
Burada öne çıkan bir “gizli vurgu” ise, cumhuriyetin değil, Osmanlı’nın doğal olduğudur. Yani 1923’te kurulan cumhuriyet yapay ve suni bir olgu ise, onun ortadan kaldırdığı ya da devre dışı bıraktığı Osmanlı rejimi doğal ve otantik olandır. Parantez kapanınca, toplum olarak doğal olana, doğal gelişimin “mantıksal” sonucuna, zorlamalardan ve dayatmalardan arınmış tarihin doğal akışına geri döneceğimiz ima edilmektedir.
Doğal olana, yani doğaya, toplumun doğasına, halkın çıkar ve arzularına uygun olana döneceğimiz söylenmektedir.
O halde, sultanlığın, saltanatın, tüm ülkenin padişahın mülkü olarak tanınmasının doğal olduğunu söylüyorlar demektir.
Kardeş katlinin, cariyeliğin ve haremin, kelle kesmenin, ferman vermenin doğal olduğunu söylüyorlar.
Hukuksuzluğun, yurttaşlık yerine tebaalığın, eşitlik yerine fıtratın, hanedanlık ve avamlığın doğal olduğunu.
Cihadın, gazanın, dar-ül harbın, köle pazarlarının doğal olduğunu.
Şalvarı şaltak, eğeri kaltak Osmanlı’nın, ekip biçmekte olmayıp yemekte ortak olan Osmanlı’nın doğal olduğunu söylüyorlar yani.
Kapatmaya çabaladıkları parantezin gerisinde bu var işte.
Oysa hem tarihin kudreti hem de ülkemizin birikimi bu hayallere izin vermeyecek ölçüde gelişkindir. AKP iktidarının Osmanlı’ya dönme hülyası, bu nedenle, bu birikim bir türlü aşılamadığı için komikleşmekte, bir parodiye ya da karikatüre dönüşmektedir.
Halk teslim alınamadıkça, padişahlık hevesi dekoratif bir jeste, vaktinde çok kullanılan bir deyimi ödünç alırsak, “gardırop Osmanlıcılığı”na dönüşmektedir.
Parantez kapatılamadıkça, saltanat seviciliği sakilliğe ve kepazeliğe dönüşmektedir.
O parantezi kapatacak olan ise Türkiye’nin ilerici birikimi, emekçi halkı olacaktır.
Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, yoksul halkın kanını emerek hayatta kalmaya çalışan çürümüş Osmanlı nasıl alaşağı edildiyse, bugün Osmanlı sevdasına tutulanlar da öyle alaşağı edilecektir.
Buna sadece Mark Twain’in şu sözleri eklenmelidir: “Tarih tekerrür etmez, ama kafiye yapar”.
Demek ki AKP’nin saltanat düzeni alaşağı edilirken, tekerrürle yetinmeyip ülkemizin kapitalist sömürünün vahşeti altında geçirdiği uzun dönemin de sona erdirilmesi, bu defa gerçekten bir parantezin kapatılması gerekir.
İşte o vakit geldiğinde, bu kokuşmuş düzenin uşaklarına “parantez öyle değil, böyle kapatılır” diyebiliriz.