Fransız Devrimi tarihini en yüzeysel biçimde okumuş olanlar bile “tiersétat” sözcüklerine rastlamıştır. “Tiersétat” monarşik Fransa’da soylular ile ruhban sınıfı dışında kalan halk kesimini ifade etmek için kullanılan ve “üçüncü sınıf/tabaka” anlamına gelen bir söz.
O dönemin toplumsal yapısı içinde “üçüncü sınıf” son derece heterojendi. Semirmekte olan burjuvazi, burjuvalaşmakta olan toprak beyleri, kimi ‘apoletli’ meslek sahipleri (avukat, doktor, mühendis, öğretmen vb.); aydınlar, sanatçılar ile yoksul ve topraksız köylüler, kentlerde birikmeye başlayan işçi ve emekçiler, yani gerçekten de iktidar blokunu oluşturan soylular ile ruhban sınıfı dışında kalan herkes “tiersétat” içindeydi.
Kuşkusuz bu “üçüncü sınıf”ın esas gücü yoksul işçi ve köylülerdi, ancak tarihin o döneminde henüz yeni bir toplum fikrinin ve düzeninin öncülüğünü yapma imkanı olmadığı için bu büyük kütlenin siyasal temsilciliğini burjuvazi üstlenmiş, Fransız Devrimi’ne giden süreçte “üçüncü sınıf”ın siyasete katılımı burjuva siyasetçiler tarafından sağlanmıştı. Yani burjuvazi, kendi imgesinden yaratacağı dünyayı, ancak geniş ve büyük ölçüde yoksul halk kesimlerinin temsilciliğini ele geçirerek, halkın siyasete katılımını mümkün kılarak kurabilmişti.
Bu olgu, salt burjuva devrimlerine özgü de sayılmamalı. Ekim Devrimi’ni mümkün kılan araçların başında gelen Sovyetler ve Rus işçi ve köylülerinin Sovyetler aracılığıyla ülke siyasetine katılımı bir başka örnektir.
Çoğu zaman anlatıldığı gibi, Rus işçi sınıfı, huzursuz ve ne yapacağını bilmez biçimde homurdanıp dururken Bolşevik Parti’nin suru üflemesiyle harekete geçmiş ve iktidarı almış değildir. Rus işçi ve köylüleri uzun bir süreye yayılan siyaset deneyimine, Sovyetler içinde yürütülen aktif siyasal çalışma ve mücadele birikimine sahiptir ve Ekim’de bir devrimi mümkün kılan da Rus işçi sınıfının siyaset alanındaki bu varlığı ve etkisidir. Bolşeviklerin, Rus işçi sınıfının siyasete katılım aracı olan Sovyetleri hep önemsemesi, Sovyetler aracılığıyla Rus işçi sınıfının temsilciliğini üstlenmeye çalışması da bundandır.
“Öncülük” adı altında yaratılan mitoloji, neredeyse, işçi ve emekçilerin siyaset yapmasına gerek bırakmayacak, siyaseti öncü partiye münhasır bir meşgaleye indirgeyecek ölçüde istismar edilmişken, şunu söylemek önemli hale geliyor: Bolşeviklerin öncülüğü, halkın siyasete katılımının araçlarını koruyabildiği ve siyaset alanındaki temsilciliğini üstlenebildiği için başarılı olmuştur.
***
Zaman zaman çağımız için “büyük gerileme çağı” sözleri sarf ediliyor. Bununla anlatılan, Fransız Devrimi’nden bu yana dünya çapında elde edilmiş ilerici birikimin ortadan kaldırılması, insanlığın büyük adımlarla geriletilmesi oluyor. İşte halkın siyaset alanına katılımı ve emekçilerin siyasette temsili konusundaki durum, söz konusu gerilemenin en çarpıcı boyutlarından. Ama çarpıcı olmanın ötesinde, can yakıcı olan şey şu: Burjuvazinin, bir dönem yerine getirdiği temsilcilik misyonunu rafa kaldırması ve hatta halkın siyasete katılımını bizzat engellemesi kendi çıkarlarıyla tamamen uyumlu iken, solun halkın siyasete katılımı ve emekçilerin siyasal temsilciliğinin üstlenilmesi konusundaki miskinliği izahı olmayan bir çoraklaşmadır.
Sözünü ettiğimiz çoraklaşma, istisnasız tüm sol yapı ve örgütler için (bu satırların yazarının parçası olduğu yapı için de tabi) geçerlidir. Farklılık, bu çoraklaşmayı aşmak için çaba harcayanlarla, ona uyum sağlayıp rahatına bakanlar arasındadır. Bu sonuncular, işçi sınıfını da sosyalizm hedefini de değil, olsa olsa kendilerini, kendi şişirilmiş egolarını temsil etmektedirler. “Kendisi-için” bile değil, “kendinde” solun timsalidirler.
Oysa, gerekçesi her ne olursa olsun, burjuva egemenliğinin halkı siyasetten ve karar alma süreçlerinden sistematik biçimde ve zor kullanımını da içeren bir şiddetle uzaklaştırmasına karşı, solun halkı siyasette temsil edecek, halkın siyaset yapma ve karar alma süreçlerine katılımını mümkün kılacak araç ve yöntemleri geliştirmesi şarttır.
Gezi Direnişi, halkın siyasete katılımının kendiliğinden örneğidir bir bakıma. İktidar tarafından baskı ve şiddetle dışlanan, düzen muhalefeti tarafından ise temsil edilmeyen geniş halk kitleleri, devasa bir enerjiyle ayağa kalktıklarında siyasete katılım ve halkın temsili sorununa da işaret etmiş oldular. Kuşkusuz, her kendiliğinden ve örgütsüz kalkışma gibi, birçok ders ve kazanım bırakarak şimdilik geriye çekilmiştir. Ancak işaret ettiği sorun, bir yaranın nabız vurması gibi zonklamaktadır ve sol her dönemeçte bu sorunla burun buruna gelmektedir.
Bu sorunu aşmanın hazır bir reçetesi yok, varsa da öyle bir çırpıda çiziktirilebilecek bir şey değil. Kolektif yoğunlaşma, ortak çaba, içten paylaşım gerektiren bir çözüm çünkü aranan. Ancak mevcut durumda, en az iki kanal halkın siyasete katılımı ve halkın siyasette temsili açısından öne çıkıyor.
Birinci kanal, emeğiyle yaşamak zorunda kalan, hayatta kalmak için emeğini satmaktan başka yolu olmayan, meslek, sektör, eğitim durumu, gelir seviyesi fark etmeden şirket/patron çıkarı lehine sömürülen ve haliyle heterojen bir görünüm de arz eden geniş işçi ve emekçi kitlelerin yaşam ve geçim sorunlarından geçiyor.
İkinci kanal ise, yukarıda anılan işçi ve emekçi kitlesinin özellikle kentli kısımlarından oluşan, bu anlamda büyük ölçüde emekçi karakteri olan ve kendini Türkiye’nin içine itildiği gerici diktatörlüğe karşı cumhuriyet, laiklik, özgürlük ve adalet mücadelesinin parçası sayan milyonlarca yurttaşı kapsıyor.
Daha fazla uzatmadan toparlarsak: Türkiye işçi ve emekçilerinin siyasete katılımını sağlamak, ancak ekmek ve cumhuriyet, yani geçim ve rejim kavgasının buluşturulmasıyla mümkün olacak.
Sol, kendisini değil de ülkenin işçi ve emekçi halkını temsil etmek gibi bir derdi varsa eğer, bunu da ancak geçim ve rejim kavgasının temsilcisi olarak başaracak.