Geldi gelmekte olan
Günümüzde anlamlı bir Leninist çizgi, ancak mevcut dünyanın halihazırda yaşanmakta olan kıyametini görerek ve göstererek, bu jestin doğrusal bir sonucu olarak tahayyül edilebilir.
Rastgele bazı verilere bakalım.
Dünya genelinde son 5 yılda 15 milyondan fazla insanın yurtlarını terk etmek zorunda kaldığı, yüz binlercesinin ise göç yollarında hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü son 11 yılda 6 kez “küresel acil durum” ilan etti. Devletlerin askeri harcamaları 2 trilyon doları aşarak on yılların zirvesine ulaştı.
Türkiye’ye de bakalım.
Türkiye’de yaklaşık 35 milyon yurttaşın bankalara olan borcu 900 milyon lirayı aştı. Her 5 çiftçiden biri hacizle karşı karşıya. Son 20 yılda ekim alanlarının yüzde 15’i kaybedildi. Kadınların yüzde 70’i kayıtlı istihdamdan dışlanmış durumda. 5 milyondan fazla genç ise KYK borçlarını ödemeyecek halde. Türkiye’de bebek ölüm hızı OECD ortalamasından yaklaşık iki buçuk, AB ortalamasından üç kat fazlayken, ülkemiz hekim sayısında OECD ülkeleri arasında sondan dördüncü, hemşire sayısında ise sonuncu. YKS 2021 sınavına giren 2,6 milyon öğrenciden 1 milyonu taban puanı bile geçemedi.
Neresinden baktığınıza ve ne kadar derinleştirmek istediğiniz bağlı olarak bu tür rakamları daha sayfalarca sıralayabilirsiniz. Üstelik bütün bu rakamlar, istatistikler, göstergelerle yerkürenin son hızla bir küresel felakete doğru gittiğinin söylendiği bir çağda karşı karşıyayız.
İnsanın aklına ister istemez şu soru düşüyor: O yaklaşan felaket zaten gelmiş olmasın?
***
Kai Heron’un Vesaire’de Temmuz ayında yayınlanan bir makalesi bu kabullenmekte zorlandığımız gerçeği vurgulayan birkaç değerlendirme aktarıyor.
Amazon kabilesi Waorani’nin liderlerinden Nemonte Nenquimo, 2019 yılında yazıp yayınladığı mektubunda kabilesinin geçmişte olduğu gibi bugün de kolonyal şiddete maruz kaldığını belirttikten sonra, petrol sızıntılarıyla nehirlerinin, altın madenciliğiyle topraklarının kirletildiğini; ilhak edilen araziler ve ormansızlaştırma faaliyetleri ile yurtlarının tanınmaz hâle getirildiğini, COVID-19 salgınıyla da ailelerinin ve topluluklarının hayatlarının tehlikeye düştüğünü dile getiriyor.
Antropolog Kyle Powys Whyte ise, hakkında çalışmalar yürüttüğü Potavatomiler’in, atalarının tam olarak “kıyamet” biçiminde resmettikleri koşullarda yaşadıklarını gösteriyor. Yerli halkların yaşamlarını sürdürmelerini sağlayan ekosistemler, bitkiler, hayvanlar, peyzajlar, bilgiler, pratikler ve topluluk ilişkileri geri dönülmez biçimde zedeleniyor ve Whyte’a göre yerli atalara “kıyamet nedir?” diye sorulsaydı anlatacakları tam olarak böyle bir tablo olurdu.
Dünya üzerinde milyonlarca emekçinin yaşam koşulları az çok bu kıyamet sahnesini andırırken, yerkürenin bir felakete doğru hala ilerlediğini söylemek, Heron’a göre, olsa olsa Avrupalı-Amerikalı beyaz adamın konforunun koşullarını ifade etmektir. Şöyle tamamlıyor Heron: “Başımıza gelecek en kötü şey soyumuzun tükenmesi değil. İklim krizinin dünyanın sonunu getirmektense mevcut süreçleri şiddetlendirmesi daha olası. Nihai bir yıkımdansa derin mağduriyetlerle, mahsul ve gıda kıtlıklarıyla, yangınları söndürmeye zorlanan mahkûmlarla, aynı mahkûmların dayanılmaz sıcaklardan dolayı hücrelerinde öldüğü olaylarla, sel altında kalmış kentlerle, milyarlarca iklim mültecisiyle, etrafı çevrili şehir devletleriyle ve ekolojik ırk ayrımcılığını koruyan sınırlarla dolu, bu durumdan en kötü etkilenen bölgelerde yaşayanların hayatta kalabilmelerinin kuşatılmış topraklardaki sömürülen işgücüne katkıda bulunmalarına bağlı olduğu bir dünyadan korkmalıyız.”
Özetle, dünya bir felakete doğru ilerlemiyor; tam da o felaketin ortasındayız. Her an geleceğinden endişe ettiğimiz kıyamet, çoğumuz için çoktan gelmiş durumda.
***
Dünyanın yine bir felaketin tam ortasında olduğu bir dönemde, 20. yüzyıl başında, tam da bunun bilgisiyle düşünen ve hareket eden, bir felakete gidildiğini değil de bir felaketin orta yerinde olunduğunu ve acele edilmesi gerektiğini anlatmaya çalışan birisi vardı: Lenin.
Lenin’in düşüncesi ve eylemi, siyasal ve örgütsel tarihi bu yazının konusu değil. Ancak Leninizmin ortaya çıkışını koşullayan küresel ve ülkesel yıkım ortamının önemini göz önünde tutarsak, yukarıda çeşitli görünümleriyle özetlemeye çalıştığımız kıyamet halinin de Leninizme olan gereksinimin (örtük ya da açık, bilinçli ya da bilinçsiz biçimde de olsa) altını çizdiğini düşünebiliriz.
Bu defa Frédéric Lordon’un “Neo-Leninizm ve Stratejik Eşgüdüm İhtiyacı” başlıklı, 1 Aralık tarihinde İmdat Freni’nde yayınlanmış makalesine göz atmayı deneyelim. Lordon, günümüzde Leninist bir çizginin, ancak “savaş komünizmi” perspektifine oturtularak, buradan hareket edilerek üretilebileceğini ileri sürüyor. Elbette, buradaki “savaş komünizmi” silahların, tankların, siperlerin söz konusu olduğu savaşı değil, anti-kapitalizmin yaşamsal ivediliğini, bir tür “acil durum” kabulünü ifade ediyor.
Bu biçimde tanımlanmış “savaş komünizmi”nden hareketle inşa edilen bir pozisyon olarak Leninizm (Lordon buna neo-Leninizm diyor elbette), esas olarak üç organik bileşene sahip olabilir: Bir hedef, bir amaç ve bu ikisini birbirine bağlayan stratejik eşgüdüm (bu tanımlarda çeviriyi bir miktar bükerek zorlamış olduğumun bilinmesini isterim).
Ancak, Lordon’un tanımı ve vardığı sonuçlar ne olursa olsun, işaret ettiği olgunun kudreti ve bilinçte harekete geçirdiği bilginin pratiği bizler açısından oldukça tanıdık biçimde de ifade edilebilir: Günümüzde anlamlı bir Leninist çizgi, ancak mevcut dünyanın halihazırda yaşanmakta olan kıyametini görerek ve göstererek, bu jestin doğrusal bir sonucu olarak tahayyül edilebilir. Ve yine böylesi bir Leninist çizgi, güncel koşullar altında yürütülen bir siyasal mücadele hedefine, iktidarın ele geçirilmesini zorunlu tutan bir sosyalizm amacına ve bu ikisini birbirine bağlayan özgül bir stratejik yaklaşıma sahip olmak zorundadır.
Bu üç organik bileşenin birliği, sadece arzu edilen ve sağlandığında daha estetik bir görünüm kazandıran bir tercih olmanın çok ötesindedir. Bileşimin organik olması, her birinin diğerini zorunlu kılmasından kaynaklanmaktadır ve bu zorunluluğun gerekçesi epistemolojik olmaktan önce ontolojiktir.
Çünkü kıyamet sahnesi olayların, olguların ve faillerin arasındaki sınırların silikleştiği anı temsil eder.
Ayaklarını bu tür bir kıyamet kabulüne basan bir Leninizm de olay, olgu ve faillerin tümüne açılan savaşın ifadesi olabilir.