Bir süredir gerçeklikle kurgunun arasındaki sınırın muğlaklaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Kurgu olanı gerçek gibi algılama eğilimindeyiz. 2017 referandumuyla fiili olarak ortadan kalkan “ulusal egemenlik”i kutlamak da tam da “gerçek-sonrası” çağda artık tamamıyla kurgu olan bir şeyin kutlanması aslında.
Anglo-Sakson sosyal bilim yazınında “post-truth” olarak tanımlanan bu dönem dilimize direkt “gerçek-sonrası” olarak çevrildi. Yeni milenyumda dijital iletişimin kitleselleşmesiyle birlikte toplumsal iletişimin iktidarın ideolojik aygıtı olma işlevinden kurtulacağını, artık gerçeklerin üzerinin örtbas edilemeyeceğini savunan görüşlerin aksine “gerçek-sonrası” dönemde gerçekliğin, daha doğrusu gerçek ile yalan/sahte arasındaki çizginin nasıl da muğlaklaştığını gördük.
Postmodern kuramın önde gelen isimlerinden Jean Baudrillard 1981’de yayınlanan ve hatta Matrix filmine de fikir babalığı yapan “Simülakrlar ve Simülasyon” isimli eserinde “simülakr”ı “hakikati gizleyen şey” değil “hakikatin kendisi” olarak tanımlıyordu. Yani bir gerçekliğin imitasyonu olan simülasyondan farklı olarak, “olmayan bir şeyin gerçekliğinin yerini dolduran bir kurgu” olarak tanımlıyordu.
Nasıl oluyor diye örnek vermek gerekirse, 23 Nisan günü Ankara’dan kalkan bir uçağın Türk Bayrağı motifi işlemesini gösterebiliriz. Sosyal medyada “en büyük Türk bayrağı” olarak duyuruldu. Gökyüzüne baktığımızda göremediğimiz, uçağın rotasının ekranda kurgulanan çizgisini gerçek olarak addetmek tam da simülakr dediğimiz şeye uyan bir örnektir. Burada gerçeklik olarak algılanan şey aslında teknolojik imkânlarla (monitör ve radar) kurgulanan bir Türk bayrağıdır. Ortalıkta gerçek bir bayrak motifi yok, sadece dijital bir kurgu var!
Aynı gün İleri Haber, haberinde bir başka kurguya dikkat çekti: Bugün 23 Nisan! 100. yılda çocuklar işçi, Meclis işlevsiz...
Demokrasi gibi ulusal egemenlik de eskiden bir imitasyondu. İsmi olan ama aslında cismiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir temsilî demokrasi tam bir “simülasyon”du, ama 17 Nisan 2017 referandumundan bu yana gerçekte var olmayan bir kurgu olarak TBMM ve temsili demokrasi bir “simulakr”dır.
Gerçek sonrası çağda, bir sümulakra gönlünü kaptırmış milyonları bir arada tutmak için bir de katarsis (arınma) ayini gerekiyordu ve akşam 21.00’de o da yapıldı. Olmayan bir şeyi gecenin karanlığında, balkonlarımızdan muhteşem bir ayinle taçlandırdık.
Sonra bayraklarımızı katlayıp, evlerimize dönüp Facebook’tan muhalefet etmeye devam ettik.
“Adeta muhteşem bir distopik kurgu içinde yaşıyoruz. Baudrillard’ın yazdığı, Matrix’te izlediğimiz herşey doğru çıktı işte!”
Yukarıda da fragmantasyonlar halinde sunduğumuz ve hatta atıfta bulunduğumuz postmodern entelektüel gevezelik post-modern bir süper kahramanın ortaya çıkmasıyla sonlansaydı muhteşem bir sezon finali olacaktı ama Pazartesi sabahı milyonlarca emekçi işyerine gidecek ve hayat bir Netflix dizisi değil.
“Gerçek-sonrası” çağın en önemli deformasyon kaynağı hayatı film ya da dizi gibi yaşamamız. Kırmızı tulum giyip Salvador Dali maskelerini taktığımızda sistem için tehlikeli bir muhalif figüre dönüştüğümüze kendimizi inandırmamız.
Sistem bundan gayet memnun. Milyonlarca işsiz varken, milyonlarca emekçi Orta Çağ’daki kölelik rejimini aratmayan koşullarda çalışırken doğru ile yalanı, gerçek ile kurguyu birbirinden ayırt edemeyen, arada bir katarsis ayinlerle ruhunu temizleyen bir kitleden daha zararsız daha ne olabilir ki?