16 Nisan sonrasında Saray Rejimi’nin hamlelerinin ve yönelimlerinin hangi somut başlıklarda toplanacağını ve ne tür pratik biçimlere bürüneceğini kestirmeye çalışırken birbirinden farklı senaryolar gündeme geliyor. Bu, bir yere kadar normal elbette.
Ancak, tüm bu ihtimaller dizisinden daha önemli, daha belirgin ve bir yol haritası çıkarmak için daha verimli olan şudur: Bin bir hile ve sahtekarlıkla elde edilen oyun hem miktarı hem oranı, hem niceliği hem niteliği, yani hem aritmetiği hem de geometrisi Saray Rejimi’nin sahiplerini mutlu etmemiştir. Mutlu etmemekten de öte, korkutmuş, gelecek günlere dair endişelerini pekiştirmiştir. Zira, tüm cephanesini kullandığı bu muhasara sonucunda elde ettiği şey, hilesi bir doğum lekesi gibi üzerine yapışmış ve meşruiyeti ayaklar altına alınmış bir çıplak makamdan ötesi olmamış, olamamıştır.
Saray, başkanlık makamını kazanmasına kazanmıştır belki, ama bu başkanlık makamını kazanmak için başvurduğu yol ve usul makamın itibarını ve meşruiyetini sıfırlamaktan başka bir işe yaramamıştır.
Hani diyesi geliyor ki insanın, başkanlık ne fayda, ba’de harab’il Basra.
***
Bu saptamanın karşılıklı sonuçları var elbette.
Saray açısından bakıldığında, bu koşullar altında bir ülkenin yönetilmesi ve köklü bir dönüşüm sürecinin sancısız biçimde hayata geçirilmesi imkansızdır. Dolayısıyla, şimdiye kadar zaten haddinden fazla başvurulan zor’un, yani devlet baskısı ve şiddetinin artarak devam edeceğini beklemek gerekir.
Ancak, hiçbir iktidarın salt zor kullanımı sayesinde sürekliliğini sağlayamayacağı, hele hele köklü dönüşümler için gereken toplumsal seferberliği ve meşruiyeti yalnızca zor kullanımıyla yaratamayacağı bilinen bir gerçek. Bu nedenle, yukarıda değindiğimiz ve artması ihtimalini vurguladığımız zor kullanımı, öyle ya da böyle, bir ideolojik operasyonla desteklenecektir.
Saray Rejimi’nin her şeyi denemesine rağmen ortadan kaldıramadığı aktif yüzde 40-50’lik cumhuriyetçi topluluğun basit yalanlar ve çarpıtmalarla bezeli bir ideolojik manipülasyonla kontrol altına alınabileceğini düşünmenin imkanı yok. Ancak egemen ideolojinin tek işlevinin kandırmak ve benimsetmek olduğunu sanmanın da gereği yok.
İdeolojik egemenlik, sadece iktidarın değerlerinin benimsetilmesiyle değil, aynı zamanda bu değerleri benimsemeyenlerin etkisizleştirilmesi ve eylemsizleştirilmesi yoluyla da sağlanır. İşte Saray Rejimi’nin önümüzdeki dönem zor kullanımının yanı sıra devreye sokabileceği ideolojik operasyon da daha çok bu türden bir manipülasyon olacaktır.
Bunun şimdiden belli olan ipuçlarına baktığımızda ise, söz konusu operasyonun bir “gettolaşma” biçimine bürünmesi yüksel ihtimaldir.
***
Gettolaşma ile kast ettiğimiz, esasında iki boyutlu bir süreç.
Bir yandan Hayır oyunun baskın olduğu bölgelerin coğrafi olarak yalıtılması, içe kapanmasının sağlanması, kendi içinde ve daraltılmış alanlarda kaldığı sürece buralardaki ilerici yaşam pratiklerine ve değerlerine, hatta belirli bir süre “zafer” hissi yaşanmasına göz yumulması.
Diğer yandan, Hayır cephesinin iki ana kulvarının, yani Türk ve Kürt ilericiliğinin arasındaki mesafenin açılması, yapay barikatların örülmesi, Türkiye’nin ilerici birikiminin iki damarının kesişmesinin engellenmesi ve iktidar karşısındaki dayanışma zemininden mahrum bırakılmaları.
Yani hem coğrafi kapanma, hem de siyasal yalnızlaşma anlamında gettolaşma.
AKP iktidarının 17 yıllık seyrine baktığımızda, her iki tür gettolaştırma konusunda da dönemsel başarılar elde ettiğini görmek mümkün. Dolayısıyla önümüzdeki günler açısından bir tehlike olarak işaret ettiğimiz gettolaşma, mutlak önlemlerin alınmasını gerektirecek ciddiyette bir risktir.
Aksi takdirde, bir araya geldiğinde ülkenin kaderini tayin etme gücüne sahip olduğunu çoktan kanıtlamış olan Türkiye’nin ilerici birikimi, farklı kanallardan akmaya, aktıkça buharlaşmaya, daraltılmış coğrafyasında elde ettiklerini korumakla yetinmeye, yetindikçe küçülmeye mahkumdur.
***
Düşmanı yenmenin yollarından biri, onun sizi yendiğini düşünmesini sağlamaktır denir.
Saray Rejimi Türkiye’nin ilerici ve cumhuriyetçi birikimini yenememiştir. Şimdi yeni bir saldırı öncesinde, sinsice kuşatma planını hazırlamaktadır. Bu hazırlığın en önemli ayaklarından biri ise, bizim topraklarımıza ustaca ekilecek yalnızlık ve rehavet tohumlarıdır.
Eğer 16 Nisan’la birlikte devlet geleneğinden ve sınırlamalarından kurtulmuş, bu anlamda özgürleşmiş, aynı zamanda kardeşleşmiş ve kader ortaklığı geliştirmiş bir cumhuriyetçi damardan söz edeceksek, bu damarın kurumamasını sağlamak şimdinin en acil ve ihmal edilemez görevidir.
Türkiye cumhuriyetçiliğinin 16 Nisan’la birlikte nihayet özgürleşmesini, Sophokles Elektra’sında binlerce yıl öncesinden tarif etmiş gibidir:
“Özgürlüğe kavuşmak için ne ıstıraplar çektin! Ve bu son gayretle nihayet dirildin.”
Bu dirilişin kıymetini bilmemek, hesabı verilemeyecek bir sorumsuzluk olacaktır.
Çünkü dirilen, yeni bir ülkeye, devrimci bir cumhuriyete can verecek damardır.