Nazi propaganda makinesinin çok bilinen bir özelliği vardır. Sadece Goebbels’in “bir yalanı ne kadar çok söylersen o kadar inandırıcı olur” kısmı değil kast ettiğim. Bir diğer esaslı özelliği, düşman yaratmak konusundaki verimliliğidir.
Klasik anlatılarda Nazi propagandasının baş düşmanının Yahudiler olduğu görülür. Ancak bu kadar değil. Hem Yahudiler sadece Yahudi olarak düşmanlaştırılmıyor, hem de düşmanlaştırılan tek kesim Yahudiler olmuyor çünkü.
Her şeyden önce, Yahudiler Yahudi olarak, yani Hristiyan olmamaları nedeniyle düşmanlaştırıldığı gibi, aynı zamanda Yahudilikle hiçbir ilgisi bulunmayan başka şeytani imgelerle de bütünleştirilmiştir. Hırsızlık, ahlaksızlık, iffetsizlik, yozlaşmışlık, ensest, ihanet, ajanlık, akla gelebilecek her türlü “kötü”lük Yahudi imgesinin üzerine boca edilmiştir.
Öte yandan, sadece Yahudiler değil, Nazi iktidarına boyun eğmeyen, uyum sağlamayan, kendisinden beklendiği gibi yaşamayan herkes de benzer bir düşmanlaştırmanın hedefi olmuştur. Başta komünistler ve devrimciler olmak üzere, muhalifler, ateistler, eşcinseller, yoksullar, akıl hastaları, azınlıklar Nazi propagandasının düşman çuvalını doldurmuştur.
Bu çapta bir kara propagandanın ve düşmanlaştırma çabasının, başlıca iki ihtiyaca denk düştüğü söylenebilir. Birincisi, işsizlik, huzursuzluk, yoksulluk gibi tüm sorunların faili olarak toplumun belirli bir kesimini suçlamak, sorumluluğu birilerine yıkmak. İkincisi ise, Nazi rejimi gibi bir diktatörlüğe, hatta doğrudan diktatörün kendisine sahip olmayı arzuladığı sınırsız güç için gerekli meşruiyeti temin etmek.
Sonuç tahmin edilebilir: Almanya’yı tüm sorunlarından kurtaracak diktatör artık tarih sahnesine çıkmıştır ve bu diktatör akıl almaz şeytanilikteki düşmanlarla savaşarak ulusu korumak ve kurtarmak için elindeki tüm gücü sınırsızca kullanmaktadır.
İşte Yahudilik, Nazi propagandasındaki imgesiyle Alman toplumunun körelmiş duyarlılıklarına basit bir bilişsel harita sunmuştur. O andan itibaren, akla gelebilecek tüm vahşet, saldırganlık, hukuksuzluk ve haksızlık, o haritaya yerleştirilip anlamlandırılabilirdi.
***
Bizim ülkemizde yaşayanlar için yukarıda anlatılan model gayet tanıdıktır aslında. AKP ve Erdoğan iktidarı, Nazi propagandasının bu özelliğini –aslında “bir yalanı ne kadar çok söylersen o kadar inandırıcı olur” özelliğini de- maharetle kullanmaktadır.
Aleviler, Zerdüştler, Siyonistler, Otpor, faiz lobisi, 3. havalimanına karşı çıkan Almanya, paraleller, ateistler, Ermeniler, elitistler, kızlı-erkekli oturanlar, Gezi’ciler, komünistler, CNN, satanistler ve daha niceleri.
Kimi süreklilik arz eden şekilde, kimi gündemden gündeme değişen bir figüran olarak, kimi ise şok etkisini arttırmak için bilinçli olarak kurgulanarak Erdoğan’ın propaganda söyleminde kendisine yer bulan “şeytanlar” olmuştur.
10 Ekim Ankara Katliamı’nın ardından basına yansıyan açıklamalara baktığımızda da aynı mantığın devreye sokulduğunu görüyoruz.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun yanı sıra, yandaş basının değişik mecraları da değişik kombinasyonlarla katliamın sorumluluğunu pay ediyorlar: ABD, NATO, Rusya, Suriye, İran, İsrail, PKK, PYD, HDP, CHP, IŞİD, paraleller, Kürtler, Yahudiler, Şiiler, Nusayriler, dış mihraklar, ajanlar, gizli servisler, İlluminati...
Fakat bu asla sadece bir yamalı bohça değil, teorik olarak AKP ve Erdoğan’ın suçlu gösterilememesi için dizayn edilmiş başlı başına bir propaganda düzeneğidir.
Suçlu olarak aslında AKP’nin adının yazılı olması gereken bir numaralı satırın karalanmış olduğu bir hileli listedir.
Amaç ve hedef ise, Erdoğan’ın, toplumu tüm kötülüklerden koruyacak ve bunu yapmak için de hiçbir sınır tanımadan gücü kullanacak diktatör olarak yükseltilmesi, yüceltilmesidir.
Öyle bir yükselmeli ki diktatör, düşmanlara karşı giriştiği kutsal savaşta hiçbir kural ve hukuk onu sınırlamamalıdır. Öyle bir yücelmeli ki, harekete geçmek için onay ya da yetki almayı bekleyerek zaman kaybetmemelidir.
Diktatör hukukun ya da parlamentonun, hak ve özgürlüklerin, toplumun işleyişini sağlayan tüm kuralların üzerinde olmalıdır. Çünkü o, halkın, toplumun yegane temsilcisi, sahici, cesur, onurlu tek kişiliğidir. Diktatör, gücünü ve yetkisini, bunların sınırsızlığını halkın cisimleşmiş bedeni olmaktan almaktadır.
Düşmanlar ve yabancılarla çevrelenmiş bir halkın “yerli ve milli” lideridir.
***
Türkiye tarihinin en kanlı katliamının ardından hızla çalıştırılmaya başlanan bu propaganda makinesi, esasında katliamın arkasındaki faillere ve hedeflerine de ışık tutuyor.
Öte yandan, biraz daha dikkati hak eden durum, bu devasa propaganda makinesinin giderek gıcırdamaya başlamış olmasıdır. Sadece 10 Ekim’de katliamdan sağ kurtulan ya da aklı ve gönlü ile Emek-Barış-Demokrasi mücadelesinin parçası olan kesimleri kast etmiyorum. Türkiye’de hayli geniş bir toplumsallık, öyle ya da böyle, Ankara Katliamı’nın faturasını AKP’ye kesmiş durumdadır.
Buradan otomatik biçimde kimi sonuçlar çıkacağı anlamına gelmiyor bu, ama durumun bir veri olarak kaydedilmesi ve hesaba katılması gerekiyor.
Tekel, Roboski, Reyhanlı, Gezi, Soma ve Suruç’ta olduğu gibi, Ankara Katliamı’nda da iktidarın propaganda makinesinin inandırıcılığını yitirmeye başladığı görülüyor.
Sadece bu, sırf bu kadarcık bir “şey”, AKP’nin çöküşüne işaret sayılabilir mi?
Elbette, hayır.
Ama işte, insanın aklına Hegel’in tekrarlara dair söyledikleri geliveriyor: Bir şey sadece bir kere olduğunda rastlantı denip geçilebilir, ama aynı şey tekrar ediyorsa işte o zaman tarihsel bir zorunlulukla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.