Görünmeyenler ya da kuşatılmış bir sınıf

Geçtiğimiz hafta Sıtkı Aydın isimli bir işçi Meclis önünde kendini yakarak intihar etmeye kalktı. 

Sıtkı Aydın 5 yıl önce geçirdiği bir iş kazası nedeniyle işsiz kalmıştı. Çalıştığı şirket, Aydın’ın tazminatını ve sağlık giderlerini ödememişti. 

Mahkemeye başvuran Aydın yargı sisteminin tümüyle çökmüş olması nedeniyle sonuç alamamıştı. Mahkeme sürecini ilerletebilmek için kredi çeken Aydın içine düştüğü borç batağından kurtulamamıştı. 

Saray’a, Meclis’e, AKP yöneticilerine ulaşıp derdini anlatmak istese de başarılı olamamıştı. Kendisinin mağduriyetini kamuoyuna duyuracak bir basın da söz konusu olmayınca son çare Meclis’e gidip sesini duyurmak istedi. İçeri alınmayınca üzerine benzin döküp kendini yaktı. 

İlk müdahalenin ardından hastaneye kaldırılan Aydın kurtarıldı ancak bu defa da valilik ve polis tarafından ablukaya alındı. Konuşmaması yönünde tehdit edildi!

Bu tablonun anlattığı onlarca şey var elbette. Ancak biz şimdilik sadece bir tanesine yoğunlaşalım.

Ne var bu tabloda? Bu hikayenin aktörleri kimler? Ve ne yapıyorlar?

Bir tarafta güvencesiz, üç kuruşa çalışmak zorunda bırakılan ve geçirdiği iş kazasının ardından işsizlik ve borçlanma girdabına savrulan, tüm çarelerini tüketmiş bir işçi. Milyonlarca benzerinden sadece bir tanesi.

Diğer tarafta...

İş kazası geçiren işçinin sosyal güvenlik kapsamındaki haklarının üzerine yatan şirket, yani sermaye.

Hakkını arayan işçinin davasını erteledikçe erteleyen, doğru düzgün duruşma bile yapmayan mahkeme, yani yargı.

Hayatını sürdürmek ve mahkeme masraflarını karşılamak için çekmek zorunda kaldığı kredinin alacağı için işçinin yakasına yapışan banka, yani finans kuruluşu.

Üyesi/seçmeni olduğu partiye başvurup yardım bekleyen işçiyle görüşmeye bile tenezzül etmeyen Saray, Meclis, yani iktidar partisi.

Canına kast edilmiş ve sonra da hakkı yenmiş, hiç kimse tarafından korunmamış ve savunulmamış, mağduriyetiyle baş başa bırakılmış bir işçinin sesine kulak tıkayan ana akım gazeteler, televizyonlar, yani yandaş basın.

Çaresizliğin son noktasında kendisini yakmayı göze almış bir işçiyi hastanede abluka altına alan, kimseyle görüşmesine izin vermeyen, tehdit eden valilik ve polis, yani kolluk güçleri.

Sadeleştirelim: Bir tarafta Sıtkı Aydın isimli bir işçi; diğer tarafta sermaye, yargı, iktidar, basın ve polisten oluşan bir düzen, bir rejim yani.

Sıtkı Aydın ile karşısındaki aktörler arasındaki dengenin anlattığı onlarca şeyden biri, bir işçinin kendisini yakma noktasına gelene kadar görünmeyi, sesini duyurmayı, hakkını almayı başaramamış olması. Diğer bir deyişle, hem bireysel olarak kendisini ifade edebileceği araçlara ve kapasiteye sahip olamaması hem de taleplerinin ve sorunlarının temsil edilebileceği bir siyasal/toplumsal kulvar bulamaması. 

Kuşatılmış bir sınıf, çembere alınmış bir öznellik.

***

Yukarıdaki tablo, bir eksikle, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısının genel manzarasını sergiliyor aslında.

O eksik ise, tam da eksikliği ile bu tabloya dahil olan sol/sosyalist hareket.

Sol/sosyalist hareketin kökenleri ve hedefleri açısından işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarıyla bütünleştiği, hatta böylesi bir bütünleşme söz konusu değilse sol veya sosyalist sıfatlarından söz etmenin anlamsızlaştığı açık olsa gerek. 

Dolayısıyla, kelimenin gerçek anlamıyla sol/sosyalist sıfatını hak etmenin öncelikli koşulu, bu bütünleşmeyi (hem düşünce hem de eylem olarak) sağlamak olmalıdır.

Bunun yolu ise, Türkiye’nin işçi ve emekçilerini fiilen temsil edecek, onların talep ve sorunlarının takipçisi ve savunucusu olacak, görünmeyeni görünür, duyulmayanı duyulur kılacak bir siyasal ve örgütsel yordamı bulmaktan geçiyor.

Sol/sosyalist hareketin tarihsel birikimi ve güncel duyarlılığı bu görevi yerine getirmek için gereken verileri sunmaktadır. Mesele, bu birikime ve duyarlılığa belirgin bir dinamizm katmakla ilgilidir. İşte bu dinamizmin kazanılacağı yer, Türkiye’nin siyaset alanındaki mücadelelerden başkası değildir.

Geçen haftaki yazıda “geçim ve rejim kavgası” olarak kodladığımız bütünlük, işçi sınıfının temsil edilmesinin bir niyetten ötesini gerektirdiğini, işçi ve emekçilerin geçim sorunlarının ancak rejim sorunuyla rabıtalandırıldığı takdirde siyasal bir hareket niteliği kazanacağını anlatmaktadır.

Zira sol/sosyalist hareketin ayırt edici yanı, işçiyi “yoksul” veya “fukara” olarak temsil eden bir romantizm değil, onu toplumsal kurtuluşun öncüsü ve öznesi olarak temsil eden bir siyasallıktır.

Ülkenin özgürlük, laiklik, cumhuriyet, adalet gibi sorunlarının işçi ve emekçi sınıfların tasası ve kavgası ile buluşturulmasında da halkçı bir üslubun ve tarzın sunduğu imkanlar giderek açığa çıkmaktadır.