‘Gracias, gracias a la vida’
Ne renktir kan? Hep birlikte sokaktaki yurttaşa katılıyoruz; bilgimizden, daha önemlisi kendimizden eminiz; kırmızıdır, gülün, vişnenin rengidir; sömürünün, savaşların, kötülüğün koyusuyla kararmamışsa kızıldır; tüm insanlara yeter, hayatın kendisidir, bin taneli nardır.
Akıp giden zamanın geçişini izlemek insana göre değil. Tüm evren ya da evrenler, doğuyor, sonra ölüyor. Yıldızların ışığı milyonlarca yıl uzaktan geliyor. Zaman demek ki bizim dışımızdaki bir gerçekliktir, onu biz uydurmadık. Ama belki de onun farkına varmak gibi bir şanssızlığımız var. Zamanın yürüyen bandında onunla birlikte koşmak, düşmek istemiyorsak onun hızına ayak uydurmak zorundayız.
***
Hayatın anlamı akıp giden zaman içinde var olmayı becerebilmek olabilir. Kültür insanları, bu durumu kendi var olma biçimlerinden yola çıkarak “hayata anlam katmak” diye anlatırlar. Doğayı anlamak felsefeyse, değiştirmek insanın kaçınamadığı günahıdır. Yaşadığımız coğrafyada, ama tüm canlılarla ortaklaştığımız gökyüzünün altında, doğayla, uzamla, uzayla ilişkimiz, bizim için önceden çizili olmayan bir kader; sevinç, hüzün ve keder kaynağıdır. Onu yaşarız, yazarız, anlatırız.
***
Zaman içinde var oluşumuzu etkileyen kültürü, siyaseti, hemen her şeyi kapsayan doğa insan ilişkisi anlamlı olsun istiyorsak önceliğimiz, ot gibi değil, acaba otlara haksızlık mı ediyorum, insan gibi yaşamak olmalı. Ama kültürsüzleşme, sokaktaki yurttaşların, kendini eğitmiş ya da eğitilmiş sayanların yüzünden okunuyor, sözcüklerinden sızıyor. “Kitap okur musunuz?” diye soruyor sokak röportajcısı, “okuyamıyorum, vakit yok ki” diyor şık hanımefendi gururla.
***
Bir başkası medresenin yetiştirdiği alimlerden söz ediyor, “geç kalıyoruz geç” diye yakınıyor; başındaki sarıkla son moda dizilerden fırlamış gibidir. Tarih denilen, hırçın savaşlarla dolu ilerlemeden haberi yok. İçinden çıkamadığı eski zamanlara dönmek istiyor, örneklerle aradaki boşluğu hiç değişmeden dolduracağını sanıyor. Solcu biliyorsa sizi, Ömer Hayyam’dan, sağda bir cahili eğitmekse maksadı, İmam Gazali’den söz açıyor
Durum ümitsizdir, çemberi kapatıyoruz. Çare yok kaçamayacağız, hemen Said-i Nursi’ye atlayacak çünkü, Meclis kürsüsünden bağırıyor, “anlayın artık diyor, geçti sizin devriniz, uyanın.” Uyanamıyoruz biz. Şerif Mardin’le birlikte üstümüze yürüyecek bu arada. Daha yakınlara gelmek istiyor aslında. İstiyor ama nasıl gelsin; İsmet Özel güven vermiyor, Cemil Meriç zorluyor, Tanpınar’ı kullanıp kullanmamakta kararsız, ne yapsın. Öfkeleniyor, sıkıştığı zaman hep baktığı yere yukarıya bakıyor, yukarıya, daha yukarıya…
***
Tamam çemberi kapatıyoruz. Yazık çok yazık, cehalet, kültürsüzleşme bir “dandy” olarak kapıyı çaldı işte. Misafir odasına girmiş bile olabilir. Şiiri garip şeyler söylemek olarak anlayan iyi niyetli genç şairler dergi dergi dolaşıyorlar. Bir başkası mutfakta soğanlı ya da soğansız menemen pişiriyor; “gurmelerin listelerinde menemenin yeri” konusunda küçük bir nutuk çekiyor belki de. Masadaki ucuz şarabı da inceleyecek, bir iki söz edecek, bir iki marka sayacak ama üzülmeyin kadehleri birbirine ekleyecektir.
***
Çember kapanıyor artık. Yayıncılar aktarıyor, 20 lira etiketli kitabın 120 liraya alıcı bulamadığı zamanlardayız. Kitap satışlarına bağlı olarak yayınlarda belirgin bir düşüş varmış. Onlar verilerle konuşuyor, basılı tüm kitapları envantere dahil ediyorlar doğal olarak, kalite kontrolü yapacak değiller. Onu biz okurlar yapabiliriz; üzgünüm, yapamıyoruz, yapamayacağız, çünkü hayal kırıklığı derinleşiyor okudukça. Sığlıktan uzaklaşıyor, iktisat kitaplarında daha kolay bulduğumuz şiire dönüyoruz. Mürteci geçmişe dönmek istiyor, bizse geçmişi anmak onun içinde geleceği bulmak istiyoruz. Uçuyoruz geleceğe doğru.
***
Biz şiirlerle uçardık eskiden gökyüzüne doğru, öyleydik, sokakta gazete satardık, işçi kahvelerinde “Ne Yapmalı”nın sırrına erdiğimizi düşünür, sömürünün şiddetini anlatırdık; fakülte önünde faşistlerle kavga etmek için koşar adım giderdik ve ben yetişemezdim Deniz’in adımlarına.
Uçardık gökyüzüne doğru, Vedat’ımızın içimizi yakan acısıyla, Vilayet önünde bir bir toplardı polisler bizi; çıkınca nezaretten, koşar adım, koca Nazım’ın oğlunun “de yayınları”na gitmez miydik peki? Giderdik; orada beyaz kapaklı derginin içinde bizi gökyüzüne uçuran şairler vardı. “Bir gün mutlaka” yeneceğimizi anlatırdı Ataol, daha gencecik bir delikanlıyken.
İsmet daha keşfetmemişti uhrevi hayatın amentüsünü, “yıkılma sakın” diyordu arkadaşına, alanlara çağırıyordu bizi; “alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara / vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın / vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa /Zülküf de vursun /Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim”
***
Öyle olurdu, “yüzüne ay kırıkları çarpıp” uyanırdı sevgilimiz. “Bir gün mutlaka yeneceğimize” inanırdık da peki yenmedik mi sanıyorsunuz, kaç kere yenmişizdir biz gulyabaniyi, kaç kere hayata karşı yürümüş, kaç kere “teşekkürler hayat” şarkısını söylemişizdir Violeta Parra’yla birlikte, kaç kere fısıldadı Joan Baez “gracias gracias a la vida” diye kulağımıza.
Her şarkı, her şiir bir zaferdir bizim tarafın belleğinde; hayatı güzelleştirmeye çabalayan genç yanımızın tükenmeyen kayıtlarıdır onlar. Kim alacak elimizden 15-16 Haziran’ı, kazıyacaklar mı Vietnam zaferini tarihten, silip atacaklar mı uçak gemisinin uzaklardan getirdiği, ne işleri varsa, Amerikan Bahriyelilerini Deniz’in arkadaşlarının denize süpürdüğünü? Gezi’yi nereye sığdıracaklar? Can belki hala tutsaktır ama onun hayat olduğunu, özgürlük olduğunu nasıl gizleyecekler?
***
Uçardık gökyüzüne doğru, sonra ölürdük birer ikişer, şiir şairinden kopar bize gelirdi; yenilmedik biz hiçbir zaman. “Pusmuş bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak /ama budandıkça fışkıran da bizleriz /ölüyoruz, demek ki yaşanılacak” derdi çünkü şiir. Uçardık gökyüzüne doğru, Süreyya Berfe dökülürdü dilimizden, anlattığı hiç tükenmeyen umut olurdu; “ama sen / yine de verirsin çiçeğini yaralı ağaç / uçarsın yaralı keklik / kan diner yol açılır / gün döner gece kısalır / isteyen denize isteyen kendine baksın” derdi.
Hiç yenilmedik işte biz bu yüzden.
***
Nostalji diye burun kıvırıyorsunuz belki ama uçardık gökyüzüne doğru biz Joan Baez’le, “bir gün yeneceğiz” derdik hep birlikte. “Yaşarsa havaya sıkılı bir yumruk gibi yaşamalı insan” demişti Özkan Mert; hani dördü bir olmuşlar, Doğan’ın, İnci’nin tükenmeyen cesareti Ant dergisinde süzgün şairlere kafa tutmuşlardı. Sonsuza kadar genç işte hepsi de ayrılmış olsa da yolları, orada duruyor Ant dergisi; kim alabilir ki, “birgün yeneceğiz” şarkısını benden, Uyar’ı, Cansever’i, Süreya’yı kim?
***
Uçardık gökyüzüne doğru, şimdi bakıyorum da 68’liler ölüyorlarmış sıralı sırasız, 78’liler yaşlanmış, her biri bir yere çekiyormuş; hepsi de yalandır, tarihin acılı, öfkeli, yorgun ya da çılgın tarafları değiştirilemez. “Imagine” şarkısı orada öylece durur. Ataol yaşlanır, ben 75’e doğru yürürüm sessizce; işte bakın gencecik duruyor Zeynep’in yanında, tutsam elinden sokağa fırlayacak Joan Baez,
Hep diyorum ya, uçardık gökyüzüne doğru, yıkılmadık daha...
Öyle diyor çünkü içimdeki ses: “Gracias, Gracias a la Vida”
***
Hadi tekrar söyleyelim. Hayatın anlamı, akıp giden zaman içinde var olmayı becerebilmektir. Kültür insanları, bu durumu kendi var olma biçimlerinden yola çıkarak “hayata anlam katmak” diye anlatırlar. Doğayı anlamak felsefeyse, değiştirmek insanın kaçınamadığı günahıdır. Yaşadığımız coğrafyada, ama tüm canlılarla ortaklaştığımız gökyüzünün altında, doğayla, uzamla, uzayla ilişkimiz, bizim için önceden çizili olmayan bir kader; sevinç, hüzün ve keder kaynağıdır. Onu yazar, onu anlatırız.
Her koşulda gülebilmemizin nedeni budur.
***
Tamam çemberi kapatıyoruz. Ne renktir kan? Hep birlikte sokaktaki yurttaşa katılıyoruz; bilgimizden, daha önemlisi kendimizden eminiz; kırmızıdır, gülün, vişnenin rengidir; sömürünün, savaşların, kötülüğün koyusuyla kararmamışsa kızıldır; tüm insanlara yeter, hayatın kendisidir, bin taneli nardır.