Üniversite yaşantımdan ve özellikle yöneticilik yaptığım süreçlerden bahsettiğim anı niteliğindeki kitapçığımı yazdıktan sonra bunun devamını getirmek niyetindeydim. Bürokratik absürdlükleri, haksızlıkları, yönetsel yanlışlıkları, camia içerisinde yer alan kişisel bozuklukları ve bunların toplumsal yapıya yansımalarını kendimce değerlendirmeye devam etme amacındaydım. Ancak sonrasında ülkede her şey o kadar bozuldu ki, benim yazmaya niyetlendiğim konular anlamını ve önemini yitirdi. Koca bir okyanustaki su damlası kadar kaldı. Yaşanılanlar o kadar inanılmaz boyutlara taşındı ki, on yıldır neredeyse her gün ‘tuz koktu’, sözün bittiği yer’ v.b ifadeleri duyar olduk ve aslında bu terimlerin bile anlatmada yetersiz kaldığı, anlamsızlaştığı noktalara ulaştık.
AKP iktidarının üniversiteleri ele geçirme planının başlangıcı olarak kullandığı, zamanın YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan (ki kendisi görevini başarıyla tamamlayarak ‘gelen gideni aratır’ tarzı daha sığ ve gerici kadrolara bayrağı devretmiştir) sonrasında Polonya’ya büyükelçi (!) olarak atanan bir sosyolog (!) olarak bu konuda da görevini -yaş nedeniyle- tamamlamış, ancak sonrasında RTE ve çevresiyle nedense anlaşamayıp, ‘her derde deva partisi’ne iltihak etmiştir.
Bu şahıs, şimdi YÖK başkanlığı anılarından oluşan bir kitap yazmış ve itiraflarda bulunmuş. Şimdiki YÖK başkanının (kendisinin o zamanlardaki yardımcısı) yetersizliğinden bahsediyor ve rektör atamalarında sadakat ölçüsünün liyakatin yerini aldığını ifade ediyor!
Bu ülkede her şey ne kadar ucuz değil mi (geçinebilmek hariç); yönetici oluyorsun, olmadık haksızlıkları yapıyor veya göz yumuyorsun, insanların ve kurumların gelecekleriyle, gelenekleriyle oynuyorsun, üzerine ileriye ve doğruya yönelik hiçbir şey eklemiyor hatta var olan değerleri, kazanımları, inançları yok ediyorsun, ortalık durulunca ve razı olma kaderciliği üstün gelince de yazıyorsun bir kitap, itiraflarda bulunuyor, günah çıkarıyor ve ‘her derde deva’ olma iddiasına devam ediyorsun…
***********
Ülke bir süredir devlet tarafından korunmuş ve kullanılmış ancak sonrasında vazgeçilmiş bir mafyözün anlatımlarıyla çalkalanıyor. Aslında bu tür çalkantılar bizim için vaka-î adiye sayılır ama yine de ve her şeye rağmen insan düşünmeden ve üzülmeden yapamıyor. Ortalıkta uçuşan iddialar, bunların dile getiriliş ve yanıtlanış biçemleri ister istemez "Bu kadarına da layık değildik!" veya "Neden bu ülkede dünyaya geldik!" dedirtiyor insana. Pandemi sürecinin yarattığı moral bozukluğu da etkili belki böyle düşünmemde ama bunca kokuşmuşluğun ve çürümüşlüğün ortasında yaşlanıyor (ve hatta yaşlanmış) olmak biraz ağır geliyor insana.
Pandemi deyince aklıma gelen, bu süreçte yaşadığım bir olaylar silsilesinden bahsetmek istiyorum. Yazımın başlığına uygun olarak “hafif” bir konu belki ama, bu devletin halkına bakış açısını tanımlamak için yeterince ağır bence.
Hafta içinde bakıcısı olan ancak pazar günleri aile bireyleri olarak nöbetleşe baktığımız çok yaşlı bir annem var. Malum, sokağa çıkma yasağı süresince izin alınarak seyahat edilebiliyor. Bulunduğum ilçenin emniyet müdürlüğüne bu amaçla ilk gittiğimde biraz mahcup ve hakkım olmayan bir şeyi istiyormuşum gibi davranmam gerektiğini hissettim, daha doğrusu bu bana böyle hissettirildi. Kendi doldurduğum formun altına bir kaşe ve imzayı lütufmuş gibi attılar ve eklediler, ‘Dönüş iznini gideceğiniz yerin karakolundan alacaksınız’.
Dönüş zamanı karakola gittim ‘Biz bu tür bir izin vermiyoruz.’ dediler ! İzinsiz döndüm. Yollar nasıl kalabalık, eline torba alan içinde ekmekle sokaklarda, çocuk parkları dolu. Apartmanların bir dairesinde köpek varsa tüm daireler aynı köpeği dolaştırmak için seferber, köpekler perişan. Hemen hemen her izin sürecinde aynı davranışlarla karşılaştım; bir süre de izinsiz gittim geldim, ne arayan ne soran.
Yasak cumartesi - pazar iki güne çıkınca cuma gününden emniyete seğirttim. Derdimi yetkili komisere ilettim ‘Yaaa!’ dedi ‘Madem iki gün yasak olacağını biliyorsun niye cuma akşamından annene gitmiyorsun?’ şeklinde bir yanıt verdi.
Adam haklı. Boşta gezdiğim ve kaşe-imza zorluğunu kendisine yüklediğim için mahcup olmam gerekirdi. Ama bir isyancı damarım var ya, ‘Peki.’ dedim, arkamı döndüm ve yürüdüm. Komiser arkamdan anca gidersin der gibi bir tonla seslendi: ‘Güle güle!’. Ben de ona doğru döndüm ve sadece ‘Allahaısmarladık’ dedim.