“Dilsizin sustuğu söylenebilir mi?” demişti Sartre. Çünkü konuşmak salt bir ses çıkarma becerisi değil, bir tavır takınma eylemidir aslında. Konuşan insan, seslerden sözcükler oluşturup bunu duyurabildiği için değil, sözlerini bir tavra, bir duruş ve hareket tarzına tahvil edebildiği ölçüde konuşuyordur yani.
Konuşmak böyleyse, konuşmanın aracı olan dil de takınılan tavırla doğrudan ilgili bir hale gelir. Konuşanın sesinde somutlanan dil, bir anlamda sergilenen duruş ve hareket tarzının bir simgesi olur. Ne hakkında, hangi sözcüklerle ve nasıl bir tonlamayla konuşulduğu gramer düzeninin ötesine taşar. Konuşan, aslında, ister insani ister siyasal olsun, takındığı tavrı dile getirmiş olur.
O halde, herhangi bir olayı ele alırken başvurduğumuz dil dizgesi, esasında o olaya dair duruşumuzu ve sergilediğimiz hareketliliği ifade eder. Gördüğümüz olayı tanımlamak için hangi sözcüğü seçtiğimiz, inceleme konusu yaptığımız bir olguyu hangi kavramlarla tarif ettiğimiz, hep bu tavır ve tutumu işaret eder.
Daha ötesi, konuştuğumuz dil, takındığımız tavrı yansıtmakla kalmaz, giderek o tavrı yaratır da. Niyet ve tasarılardan bağımsız biçimde, söz seçimlerimiz giderek kemikleşen bir duruş ve hareket tarzına evrilir. Deyim yerindeyse, biz bir dili konuştuğumuz kadar, bir dil de bizi konuşur, bizi anlatır.
***
Birkaç aydır, Türkiye’de solun alanına tecavüz etmekten başka bir işlevi bulunmayan düşkün bir hareket, Saray Rejimi’nin beka kaygısını “anti-emperyalizm”, “milli duruş”, “vatan savunması” gibi sözlerle paketlemekle meşgul. Saray Rejimi, ABD emperyalizmine hem askeri hem iktisadi hem de siyasal olarak göbekten bağlı değilmiş de tam tersine, bu ülkenin çıkarlarını savunmak adına ABD emperyalizmiyle, hatta yedi düvelle bağımsızlık savaşına girişmiş gibi göstermek için çırpınıyorlar.
Nasıl oluyor bu peki? Mikrofona fısıldanan birkaç söz yetiyor aslında bunu sağlamaya. Silah anlaşmaları, uluslararası kurumlardaki lobi yoldaşlığı, Ortadoğu halklarına karşı başlatılan emperyalist operasyonun stratejik ortaklıkları, hatta ve hatta iktidarın arsızca ortalığa saçtığı itirafları bile yetmiyor aksini düşündürtmeye.
Türkiye’yi savaşa sokan iradenin temsilcisi, “bu savaş sayesinde oylarımız arttı” diyor; “bu savaşa ABD’ye karşı değil, onunla müttefik olmak için girdik” diyor; “bu savaşla metal yorgunluğunu geride bıraktık” diyor; yani basbayağı açık bir dille, gizlemeye tenezzül dahi etmeden meselenin “vatan savunması”, “anti-emperyalizm” falan olmadığını söylüyor. Ancak bizim “milliciler” her şeyi kulak ardına atıp aynı sakızı çiğnemeye devam ediyor.
İşte o her şeyi birbirine denkleştiren dil burada da devreye giriyor. Her türlü gerici uygulamanın sahibi, ülke çıkarlarının ve emekçilerin düşmanı, azgın bir yobazlığın kaynağı olan bir iktidar, ABD ile iki çekişti diye, uluslararası toplantılarda üç gamato salladı diye, pazarlık payını yükseltmek için biraz asabi davranışlarda bulundu diye “anti-emperyalist”, “milli hükümet” gibi sıfatlara layık görüldü.
Dahası da var. Bizim ülkemizde, iktidar partisinin Türkiye’de bir demokratikleşme, sivilleşme ve özgürleşme sürecinin yürütücüsü olduğunu söyleyenler oldu. Bugün Saray Rejimi’nde “anti-emperyalizm” keşfedenler de birkaç yıl önce bu demokratikleşme kaşifleriyle dalga geçiyorlardı. Bunlara inanıp inanmadıkları ya da nasıl böyle düşünebildikleri değil tartıştığımız konu. Bu yazı açısından önemli olan, bunları dile getiriyor olmalarıdır.
Çünkü dile yansıyan bu tavır ve duruş, her şeyden önce AKP’nin ülkeyi demokratikleştirebileceği, sivilleştirebileceği ya da özgürleştirebileceği hakkındaki bir ön kabulü ifade etmekteydi. Aynı ön kabul, şimdi de “anti-emperyalizm” veya “vatan savunması” ile sahnededir. Yani bu dil bir kez söze döküldüğünde, gerici ve faşist bir siyasal aktör olan AKP ile demokrasi ya da özgürlük arasında, “anti-emperyalizm” ve “bağımsızlık” arasında bir rabıta kurulmuş olur.
Bu rabıta kurulduktan sonra, yapıp yapabileceğiniz demokratikleşmenin veya bağımsızlığın miktarı ya da hızı konusunda akıl yürütmekten ibarettir. Böylesi bir dil ve düşünce dizgesinde, ne AKP ile demokrasi arasındaki kategorik karşıtlığı ne de dinci gericilik ile emperyalizm arasındaki can yoldaşlığını ifade etmek mümkündür.
Dil, burada, bir anda tarafsız bir iletişim aracı olmaktan çıkar ve sizin olayları adlandırma, kavramsallaştırma ve yorumlama kapasitenizi belirleyen bir sınıra dönüşür. Kullandığınız dil, tercih ettiğiniz söz, öne çıkarttığınız vurgu, zihninizin hareket serbestisini kısıtlar.
Eleştiriye kapalı değildir bu dil, ancak eleştirinizi kurulan rabıtanın çizdiği alanın içinde üretmek zorundasınızdır. Dolayısıyla, bu dille AKP’nin “az özgürlükçü” olduğunu söylemek mümkündür elbette; fakat özgürlük düşüncesine düşman olduğunu söylemek imkansızdır; Saray’ın “anti-emperyalizm” konusunda eksikleri olduğunu belirtebilirsiniz, ama onun emperyalizmin has evladı olduğunu söylemeniz mümkün değildir artık.
Düşünceniz gibi, siyasal tutumunuz da sınırlanır; elden gelen tek şey “az özgürlükçü” iktidarı “daha fazla özgürlükçü”, “az bağımsızlıkçı” iktidarı “daha fazla bağımsızlıkçı” olmak için ikna etmeye çalışmaktır.
***
O halde, eğer konuşacaksak, yani dili siyasal ve toplumsal duruşumuzu ifade eden bir araç olarak kullanacaksak, konuştuğumuz dili bu duruş ve hareket tarzından üretmek zorundayız demektir. Zira biz bir dili konuştuğumuz gibi, bir dil de bizi konuşacaktır her zaman. Biz bir dille anlattığımız kadar, bir dil de bizi anlatacaktır mutlaka.
Sartre’la başladık, öyle de bitirelim. Aynı yerde, “dil masumiyeti ortadan kaldırır ve insanları sorumlulukları ile baş başa bırakır” demektedir Sartre. Yani dilin de sözcüklerin de masum olmadığını, her birinin duruş ve hareket tarzına dair bir tercihi ifade ettiğini ve bizi tercihlerimizin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda bıraktığını söyler.
Çünkü hangi dilin onları konuşacağını, kendileri seçmişlerdir.