Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, olmamalı da
Sınıf siyaseti ölçeğini, parti-sendika-işyeri üçgeninin ötesine taşımak; yaşam alanlarına, emeğin yeniden üretimi sürecinin türlü katmanlarına uzanmak ve burayı merkezi bir hat içine oturtmak, hiç olmadığı kadar hayati bir noktaya gelmiştir. “Çürük binada oturmak” işçi sınıfının kaderi haline getirilmişse burayı ancak bütünsel bir sınıf siyaseti kuşatabilir.
Büyük deprem felaketinde on binlerce canımızı yitirdik. Yaramız, ıstırabımız çok büyük; öfkemiz söze, yazıya sığmaz…
Üç haftayı geride bıraktık. Yine de yaşamımda ilk kez o klişe sözü bu derece içten hissediyorum: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Evet, hiçbir şey 6 Şubat’tan önceki gibi olmayacak ve olmamalı da. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı; hiçbir mücadele dinamiğinin, hiçbir siyasi hamlenin eskinin devamı olarak görülemeyeceği başka bir evredeyiz artık.
Bu içten benimseyişimin temel nedeni, bir tür “sınırda olma” tespitine dayanıyor. Zira 24 yıl önce, 99 depreminde sorulan “devlet nerede?” sorusu ile bugünkü arasında, “sınırı” işaret eden büyük bir fark bulunmaktadır. Bu sınır, çeşitli felaketlerde önlemez hale getirilen kitlesel ölümlerin, kentin ve doğanın sınır tanımaz talanının, kapitalist piyasanın doyumsuz işgalinin niceliksel birikimine işaret etmektedir.
O halde, en belirgin işaretlerini pandemi, orman yangınları ve 6 Şubat depremlerinde gördüğümüz bu “sınırı” iyi anlamak zorundayız. Zira burası kapitalist neoliberal barbarlığın vardığı yeri gösteriyor.
Aslında neredeyse 40 yıldır neoliberalizmden bahsediyoruz. Ne var ki neoliberalizmin kendi mantığına göre dümdüz, çelişkisiz ilerleyen bir süreç olarak anılması doğru olmayacaktır. Tümüyle çelişkilerle dolu bir paradigma ve bölüşüm politikasıdır karşımızdaki. Hatta küresel düzeyde bakıldığında, 2008’den beri çeşitli coğrafyalarda gündeme gelen toplumsal protestolar, sıklıkları ve yayılma kabiliyetleri ile neoliberalizmin küresel efendilerini, kimi biçimlerde “paradigmayı sorgulamaya” zorlamaktadır.
Oysaki hikaye ne kadar görkemli başlamıştı! Neoliberalizmin sembol isimlerinden Margaret Thatcher’ın ilk icraatlarından biri ilkokul çocuklarına devlet tarafından verilen bedelsiz süt yardımını kesmek olmuştu. Bu “süt hırsızı” efendilerden sonra, bugünlerde örneğin Hollanda gibi bir ülkede bile çocukların okula aç gelmelerini engellemek için ilkokulda ücretsiz kahvaltı dağıtılmaya başlandığını görüyoruz.
Paradigma tartışmasına tekrar dönelim.
Oldukça tartışmalı bir yoruma göre, uluslararası egemen-sermayenin zirvelerinde, çoktan tükenmiş neoliberal modelden, ona dayanan küreselleşmeden çıkış arayışları giderek yoğunlaşıyor. Bir başka deyişle, korumacılık, ulusal ekonomiye öncelik vermek (halk sınıflarının ekonomik-kültürel taleplerine cevap vererek muhalefeti yatıştırmak), enflasyonla mücadele, sanayi politikası, jeopolitik rekabet ve giderek hızlanan militarizmin gösterdiği gibi neoliberalizmi o “düzeni” kuranlar çözmeye başladı. (1)
Elbette tartışmaya açık ve boyumuzu da aşan yanlarıyla birlikte, bu yorumun “neoliberalizmin sınırlarına” işaret etmesi önemlidir. Zira devletin; sosyal ve kamucu misyonlarını terk edip, sermayenin çıkarları için çıplak biçimde kolluk gücüne indirgenmesi, bitmek bilmez vergilerle ikincil sömürünün kaynağı haline gelmesi, yıllar içinde her türlü krizin bir felaket ve katastrofiye dönüşmesinin yolunu açmıştır. Elbette bunun tam da kapitalizmden başka bir şey olmadığını, dahası her yıkımın yeni bir proleterleşme ve mülksüzleştirme hamlesi için kapitalizme fırsat yarattığını, her “sınırın” yeni bir alan olarak da kurulabileceğini akılda tutalım. Ne var ki bir sınıra dayanıldığında, kar maksimizasyonunu “süreklileşmiş çöküşlere” ayarlamış bir sermaye birikim biçiminin, kusursuz biçimde, sonsuza dek işlemeyeceği açıktır. Buradaki tüm senaryoların, her koşulda “sermayenin hanesine yazan” bir şey olacağı iddiası ise sınıf mücadelesini kategorik olarak dışlamaktadır.
Ülkemize baktığımızda malum, kökleri 12 Eylül’e uzansa da AKP rejimi kabaca 20 yıllık iktidarında, neoliberalizmin en sadık uygulayıcılarından oldu. Dahası bu uğurda hükümetlik ve devletlik ettiği sermaye düzenini, Cumhuriyet tarihinin en hızlı kapitalistleşmesi ile taçlandırdı. (2) Toplum, oldukça hızlı biçimde yığınsal bir proleterleşmeye itildi. Dahası özelleştirilmemiş kurum, piyasaya açılmamış yaşam alanı, talan edilmemiş hiçbir doğa ve kültür varlığı bırakılmadı. Ne ki her şey tıkırında gidiyor gibi görünürken patlak veren Gezi Direnişi “sınırlara” ilişkin en önemli sinyallerden biri oldu.
Nitekim AKP rejiminin klientelist/çıkar odaklı ağlarla yoksulları yerel yönetimlere, oradan iktidara bağlayan ve yıllar içinde oldukça büyük miktarda bir bütçeye kavuşan sosyal yardımları, “sınıra” dayanmayı geciktirmiş ama oraya varmayı engelleyememiştir. Bu nedenle 6 Şubat’ta devletin kağıttan bir kaplana dönüşümü, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir yerde olduğumuzu mimlemektedir.
AKP sonrasını da dahil ederek, AKP’den daha büyük bir düzen dairesinde, tüm bunların nasıl tecessüm edeceğini bilemeyiz.
Tüm bu “spekülasyonlardan” daha önemlisi, “hiçbir şeyin eskisi gibi ol(a)mayacağı” tezinin, sosyalist özneler için anlamının ne olduğunda düğümlenmektedir. Ucu açık bir alandır ama örnek olsun:
Sınıf siyaseti ölçeğini, parti-sendika-işyeri üçgeninin ötesine taşımak; yaşam alanlarına, emeğin yeniden üretimi sürecinin türlü katmanlarına uzanmak ve burayı merkezi bir hat içine oturtmak, hiç olmadığı kadar hayati bir noktaya gelmiştir. “Çürük binada oturmak” işçi sınıfının kaderi haline getirilmişse burayı ancak bütünsel bir sınıf siyaseti kuşatabilir. Partilerin kimi komisyonlarına, sendikaların kimi birimlerine havale edilemeyecek bir iştir bu.
İşçi sınıfı için “sınır” yaşam hakkına kadar geri çekildiyse, “sınırda mücadele” (3) zorunluluktur.
Ve son olarak…
Bütünsel bir sınıf siyaseti, kamucu bir perspektifin yeniden ve daha kuşatıcı biçimde siyaset sahnesine dönmesiyle, topyekun talanı karşısına alması ile yükselecektir. “Sınır” belirdiyse, düzenin çeşitli siyasi aktörleri çoktan bunu hissetmişse (İBB’nin “sosyal belediyecilik” uygulamaları mesela), düzenin ötesine işaret etmek, sosyalist hattı büyütmek, hiç olmadığı kadar imkan dahilindedir.
Kaynaklar
1-) https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/ayaklari-yere-basmiyor-2027431
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/davos-man-tedirgin-2025121
2-) TÜİK, 2017
Örneğin AKP rejimi ücret karşılığı çalışanların istihdam içindeki payı 2000 yılında yüzde 48’den 2017 yılında yüzde 67’ye yükseltti.
3-) “Haluk Yurtsever’le Söyleşi: Sınırda Kapitalizme Karşı Örgütlü Mücadelenin Bayrağını Yükseltmek”