İktidar ve düzen: Yanıtını arayan soru

Türkiye gündelik gelişmelerle uzun vadeli dönüşümlerin üst üste bindiği ve ortaya karmaşık denklemler çıkardığı özel bir süreçten geçiyor. Bir yanda Saray'da toplanan ve çeşitli payandalarla kendini yükselten bir iktidar blokuyla karşı karşıyayız. Bir yanda da bir bütün olarak ülke kapitalizminin ve onun siyasal biçimi olarak rejimin dönüşümü söz konusu.

Bu süreçlerin birbirinden ayrı ve farklı süreçler olduğunu söylemek değil amacımız. İktidar ile düzen arasındaki uyumun süreklileşmesi, hatta kalıcılaşması mutlaka şaşırtıcı bir olgu olarak da değerlendirilemez. Ancak gidişata müdahale etmeyi amaçlayan muhalefet güçleri söz konusu olduğunda, iktidarın ve düzenin uyumunu, bütünlüğünü ya da sinerjisini dikkate almayan her strateji ister istemez miyop kalır.

Türkiye'ye bakarken hem iktidardaki gücün yönelimlerine ve hedeflerine, hem de düzenin inşasına ve dönüşümüne odaklanan bir yaklaşıma duyulan ihtiyaç da buradan kaynaklanıyor.

***

İktidar bloku dedikten hemen sonra şunu da belirtmek durumundayız: AKP-MHP ittifakı veya islamcılık-milliyetçilik sentezi üzerinden şekillenen bu blok, kapitalist düzenin ve onun egemenlik rejiminin dolaysız temsilini üstlenen, bu anlamda sınıfsal aidiyeti hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir iktidardır. Dahası, mevcut blok, sadece kendi bekasını sağlama almakla kalmayıp, aynı zamanda düzenin/rejimin inşasını da sürdürmektedir.

Ancak yine de düzen, hem tanımı gereği hem de fiilen iktidar blokundan ibaret değildir.

Bunu, iktidar blokunun henüz ulaşamadığı veya ele geçiremediği düzen içi alanlar olduğu yönünde bir tespit olarak anlamamak gerek. Aynı şekilde, iktidar blokundan bağımsız ve kendisi-için” bir düzen olduğu da söylenemez. Ama düzen denilen bütünlük, mevcut iktidardan daha geniş bir zemine oturmak zorundadır. Bu açıdan, iktidar bloku da düzenin kendisinden ibaret olmadığını bilmekte ve bunu kabul etmektedir. Hatta, düzenin belirli açılardan daha geniş bir zemine kök salması bizzat iktidar blokunun işine gelmekte, böylelikle muhalefetin bir kesimi rahatlıkla dizayn edilebilmektedir.

Toparlarsak ve sadeleştirirsek, Türkiyede iktidarın Sarayda toplanmasına ve kalıcılaşmasına paralel olarak, bir düzenin ve rejimin de inşa edildiğini, bu anlamıyla Saray Rejimi adını verdiğimiz egemenlik biçiminin AKP ve Erdoğandan daha öteye geçtiğini söylemiş oluyoruz. Yani, Aristotelesin bir kavramına başvurmak gerekirse, iktidarın ve düzenin kaplamı eş/özdeş değil diyoruz.

O halde, iktidar ile düzen arasındaki uyumun, iktidardan ibaret olmayan bir düzenin iktidar eliyle kurulmasını mümkün kılan ilkenin nasıl tanımlanacağı sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu soruya kuram ve soyutlama düzeyinde yanıt vermenin neredeyse imkanı yok. Zira her iktidar ve düzen belirli bir özgül bağlam içinde anlam ve içerik kazanıyor. O yüzden, Türkiyenin içinden geçtiği sürecin özgüllüğünü, dünyanın ve sermaye sınıfının özgün yönelimleriyle birlikte düşünmek, uyumu bu bağlamda aramak ve bulmak gerekiyor.

Kolaylaştırmak adına, Saray Rejiminin uyumluluk eksenlerini üç başlık altında ele almaya çalışalım.

Birincisi: Günümüzde dünya kapitalist sisteminin egemen biçimi neoliberalizmdir ve bu model çeşitli varyasyonlarının ardından otoriterleşmede gerçek kimliğini bulmuş durumdadır. Bu otoriterleşmenin özü, siyasetin emekçi sınıflara kapatılması ve devlet yönetiminin tümüyle sermaye sınıfına karşı sorumlu kılınmasıdır. Ancak bu özün kendini açığa vurduğu biçimler ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Kimi ülkelerde merkez sağ liderlikler ve hükümet sistemleri bu kimliği üstlenirken, kimi ülkelerde de faşizan liderlikler ve hükümet sistemleri neoliberal otoriterliğin gereklerini yerine getirmektedir. Haliyle, hem öz hem de biçim bakımından, Türkiye kapitalizminin ve siyasal rejiminin faşizan bir karaktere doğru evrilmesi kapitalist dünya sistemi açısından bir uyumsuzluk oluşturmamaktadır.

İkincisi: Türkiye sermaye sınıfının, kuşkusuz, gidişata ve yordama dair çeşitli perspektifleri ve çekinceleri oluşabilmektedir. Ancak bunlara bakıp, sermaye sınıfının politik alanı dolaysız biçimde dizayn edecek akla ve kolektivite algısına sahip olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Sınıf egemenliği doğrudan tehdit altında olmadığı sürece, kar ve birikim, pazar arayışı ve rekabet gibi konular sermaye sınıfı için başat belirleyicilerdir. Demokratikleşme, ifade özgürlüğü, yurttaş hakları gibi konularda zaman zaman sarf edilen sözler, mevcut iktidarın sermaye birikimine hız veren uygulamalarına duyulan minnetin yanında 'kozmetik' kalmaktadır. Doğal olarak, Türkiye sermaye sınıfı ile iktidar blokunun ilişkisinde de uyum dinamikleri açık biçimde baskındır.

Üçüncüsü: Daha önceki ayrı bir tartışma konusu olsa da, Saray iktidarının son dönemiyle birlikte Türkiyede, muhalefete soluk aldırmayacak ölçüde baskı, işçi sınıfına en ağır saldırı, Kürt düşmanlığı ve tüm bunları soslayan “terör” söylemi dışında, kendine özgü vizyonu olan bir devlet aklı”ndan söz etmek mümkün değildir. Mevcut iktidarla belirli bir mesafeyi koruyan ve bu sayede devlet aklı”nın gerekleri ile iktidar arasındaki çelişkiye devlet lehine müdahale eden bir yargı, ordu, akademi veya bürokrasiden söz edilmesi imkansızdır. Elbette, devletin içerisinde farklı siyasal fraksiyonların ve vizyonların varlığından söz etmek her zaman mümkündür. Şu anda yoksa bile konjonktürün eğimine uygun olarak bu tür farklılıkların ortaya çıkması da sürpriz değildir. Ancak, Saray iktidarının hem dünya kapitalizmiyle hem de Türkiye sermaye sınıfıyla olan uyumu, “devlet aklı”nın da bu uyumluluk eksenlerinden biri haline gelmesini sağlamaktadır.

Sonuç olarak, Türkiyede hem bir iktidarın kalıcılaşması hem de bir düzenin/rejimin inşası söz konusudur ve bu iki süreç arasında belirgin bir uyum vardır. Zaten, tam da bu uyum, kurucu ilkedir ve Türkiyede iktidarın kalıcılaşması için art arda adımlar atılırken, aynı zamanda bir düzen/rejim inşasını mümkün kılan da bu uyumun kendisidir. Bu düzenin kuşkusuz iç çelişkileri vardır, olmak zorundadır. Ancak bunlar “öğeleri bir arada tutulabilen” çelişkilerdir ve düzenin inşası tüm taraflarca paylaşılan bir hedef olduğu için çelişkiler de kontrol altına alınabilmektedir.

***

O halde, Türkiyede Saray iktidarına daralmış, arka planda devam eden düzen inşasını görmeyen bir muhalefet tarzı aşamayacağı sınırlarla karşı karşıya gelmeye mahkumdur. Türkiyede Saray iktidarına eleştiri veya protestoyu düzen içindeki aktörlerden beklemek mümkündür, ancak Saray Rejimi’ne son verilmesi bu aktörlerin yapabileceği bir şey değildir.

Türkiyede hem Saray iktidarına hem de Saray Rejimine son verebilecek tek güç halkın kendisidir. Emperyalizmin kurumlarına, düzenin partilerine, devlet bürokrasisinin kanatlarına bağlanacak her umut boşa gitmeye mahkumdur.

Peki, bu sonuçlardan nereye varabiliriz?

Türkiyede sol, zaman zaman, bu tabloya bakıp şu soruya cevap vermeye uğraşıyor: İktidara karşı mı mücadele edeceğiz, düzene karşı mı?

Oysa, bu soruya yanıt arayarak debelenmek yerine, bir başka soruyu yanıtlamak gerekiyor: İktidara karşı mücadeleyi düzenin sınırlarından kurtarmanın, düzenin aktörlerinden bağımsızlaştırmanın yolu nedir?