Yeniden kuruluş tartışmasına devam ediyoruz.
Sosyalist hareketin ülke siyasetinde daha etkili olabilmesi, geniş halk kesimleriyle birlikte mücadele etmeyi becerebilmesi, AKP karşıtı toplumsallığın talep ve beklentileri ile bağ kurup onu daha ileri hedeflere yönlendirebilmesi gibi gereksinimlerin, hem de yakıcılaşarak, kendisini hissettirdiğini söylüyoruz bir süredir.
Bu gereksinimin tanınmasında, en çok, ülkenin nesnel koşullarının payı var kuşkusuz. AKP rejimi altında giderek açık bir diktatörlüğe dönüşen Türkiye, en küçük ve yerel gündemden en kapsamlı siyasal başlığa kadar hemen her konuda son derece “politik” bir toplum olmuş durumda. Çapı, etkisi, direnci ayrı ayrı sorgulanabilir olsa da, ülkenin birçok yerinde AKP rejimine karşı gösterilen tepkiler, böylesi bir politizasyonun hem nedeni hem de sonucudur aynı zamanda. Dahası, bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de ideolojik mücadele ile siyasal mücadelenin gündemleri, teorik ya da ilkesel olmanın ötesinde, basbayağı pratik olarak da örtüşmektedir. İdeolojik ve siyasal mücadelenin ayrı kanallardan yürütülmesi biçimindeki eski alışkanlıkların işlevsizleşmesi de büyük ölçüde bu örtüşmenin sonucu olarak görülebilir.
Dolayısıyla, sosyalist hareketin, ülkenin içinden geçmekte olduğu bu özel dönemde kendisini yeniden düşünmesi, yeni dönemin gereksinimlerine karşılık verebilecek bir dönüşümün yol haritasını çıkarmak istemesi olağandır. Ancak bu tabloda, hadi bir tehlike demeyelim de, gündelik mücadelenin sıcak ve hızlı akışı içerisinde gözden kaçırılabilecek ya da akıldan çıkabilecek bir unsur bulunuyor. Daha doğrusu, bu unsur, belki de gözden kaçırılmaması gerektiğini hatırlatmak ister gibi, kendisini zaman zaman sosyalist hareketin önüne atıyor. Sözünü ettiğimiz unsur, işçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarları, sınıf mücadelesinin sürekliliği ve belirleyiciliği, kısacası sınıf perspektifidir.
Sınıf perspektifinin önemini yeniden anlatmak gerekli değil. Sosyalizm mücadelesi, en başta, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesini ve eşitlik ve özgürlük temelli yeni bir toplumun kuruluşuna girişmesini hedeflemektedir. Bu anlamda, işçi sınıfının kapitalist sömürü düzeni içindeki konumu sosyalizmin geçerken çözeceği bir adaletsizlik ya da haksızlık değil, sosyalizm düşüncesinin ve pratiğinin kurucu ve tanımlayıcı öğesidir. Sosyalizmin sadece ve sadece işçilerin sorunlarıyla ilgilendiğini söylemek değildir bu, ancak merkeze işçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarlarını, emekçilerin kapitalist sömürüden kurtuluşu hedefini koymayan bir siyasal mücadeleye sosyalist denmesi de olanaklı değildir. Hatta, sosyalizm düşüncesinin radikal ve bütüncül karakteri de, toplumsal yaşamın sorunlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla buluşturulabilmesini mümkün kılan kapasitesinden kaynaklanmaktadır.
İster “kırmızı çizgi” densin, isterse “olmaz olmaz”, sınıf perspektifi sosyalizm mücadelesinde böylesi hayati bir yere sahiptir. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, gündelik mücadelelerin harareti bu hayati rolün zaman zaman akıldan çıkmasına neden olabiliyor. Üstelik “politizasyon” gibi sosyalist hareketin uzun yıllardır aradığı bir nitelik de bu endişeyi tümüyle giderecek bir garanti sağlamıyor. Belki de, sınıfın maddi, somut ve gündelik çıkarlarıyla, sorun ve beklentileriyle bütünleştirilmediği koşullarda, “politizasyon” görüş keskinliğini azaltan bir göz bağına, klasik literatürdeki “ekonomizm”e atıfla söylersek, tam tersinden bir “politizm”e dönüşüyor.
“Politizm” ise kendisini iki zıt biçimde görünür kılıyor. Bir tarafta gündelik mücadelelere burun kıvıran, yerel ölçekli ya da kısmi taleplere sahip hareketlilikleri küçümseyen, “büyük politika” yapıyor olduğunu sanarak işçi ve emekçi kitlelerin gerçek sorunlarından bütünüyle kopan bir siyasal çizgi; öte tarafta ise, gündeme gelen tekil mücadele başlıklarının birbiriyle ilişkisini kuramayan, çevre sorunundan kadına yönelik şiddete, çocuk işçiliğinden eğitimin dinselleştirilmesine kadar birçok uygulamanın kapitalist sömürü düzeniyle, sermaye diktatörlüğü ile bağını göremeyen, sonuçta giderek naifleşip vicdan ve iyi niyet eksenine sıkışan bir siyasal çizgi ortaya çıkıyor.
Oysa, “her yanlış, bir doğrunun abartılmasıdır”. Birbirine zıt yönlere doğru giden her iki siyasal çizgi de, yola çıkarken sahip oldukları doğruları koruyamadıkları için yanlıştır. Ve ilginçtir, “ekonomizm”i de “politizm”i de sonuç olarak bir yanlışa dönüştüren, sınıfa bakış tarzıdır. Ellen M. Wood’un çarpıcı biçimde özetlediği gibi, “kapitalizm, sınıfı yalnızca bir iktisadi kategori olarak gösterir ve ‘ekonomi’nin ötesinde, sınıfın yer almadığı koskoca bir dünya yaratır”. Ekonominin ötesindeki bu dünyada, politik gündemler sınıf içeriğini ve bağını giderek kaybeder. Sınıf ve sınıf perspektifi, kapitalist sömürü düzeni, sermaye diktatörlüğü, yalnızca işçi direnişlerinde, fabrika işgallerinde, işten atılma ya da iş cinayetlerinde hatırlanır. “Politika” ise, sınıfın, fabrikanın, emek sömürüsünün dışını, ötesini anlatır. İşte başlangıçtaki doğrulara rağmen sözünü ettiğimiz siyasal çizgileri yanlışa taşıyan da sınıfa dair bu bakış tarzıdır.
Belki fazla iyimser bulunacaktır, ancak sosyalist hareket, hem biriktirdiği deneyim hem de bu deneyimden çıkardığı sonuçlar anlamında, doğruda durmayı, doğruya sahip çıkmayı, doğruyu kalıcılaştırmayı becerebilecek olgunluktadır. Bu olgunluğun sonuç alıcı bir eylemlilik biçimine dönüşmesi için ise, yeniden kuruluş sürecinden geçtiğini iddia ettiğimiz sosyalist hareketin, sınıf perspektifini ve politikanın sınıfsal içeriğini kendi kuruluşuna kalın harflerle yazması gerekmektedir.
Çünkü işçi ve emekçileri politik gündeminin merkezine yerleştirmeyen, kapitalist sömürünün vahşetiyle hesaplaşmayı bir vicdan ve iyi niyet ritüeline indirgeyen, sınıfı “politik alan”da yürütülen “asli” çalışmanın kenar süsüne dönüştüren bir sosyalist mücadele pratiği, ne kent talanına, ne çevre yağmasına, ne gericiliğe, ne de cehalete karşı koyabilecektir.