Antik Yunan felsefesinin en bilinen akımlarından Stoacılık, insan varlığının bedene indirgenmesini temsil eder. Daha açık bir deyişle, Stoacılığa göre insanın bedensel ihtiyaçlarının asgari düzeyde karşılanması varoluşu sürdürmek için yeterlidir. Bunların ötesindeki ihtiyaçlar lüks sınıfına girer ve Stoacı etik tarafından gözden düşürülür.
Tasavvuf ehlinin “bir lokma, bir hırka” dediği gibi yani.
Stoacı felsefe sadece kendi döneminde değil, kendisinden sonraki yüzyıllar boyunca da etkili olmayı başarmıştır aslında. Üstelik, inzivaya ve perhize dayanan yaşam tarzı birbirine zıt akımlar tarafından içerilmesini kolaylaştırmış da; Cizvit keşişleri de Seneca veya Robespierre gibi siyasetçiler de Stoacı yaklaşımın izlerini taşır. Örneğin, Seneca zenginliği değil, israfı; Robespierre sermaye sahipliğini değil açgözlülüğü ve gösterişi yerleştirmiştir hedef tahtasına.
Ölçüsüzlük, aşırılık, dünya nimetlerine düşkünlüktür burada kınama konusu edilen şey. Bedenin asgari ihtiyaçlarının ötesindeki arzuları lüks olarak görüp ayıplamaktır.
Zaman içinde (Marx’tan önce de sonra da) komünizm fikrinin de bu Stoacı etikten etkilendiğini, komünizmin bir bolluk, tatmin, coşku ve neşe dünyası olarak değil de kanaatkarlık ve tevazu topluluğu olarak hayal edildiğini söyleyebiliriz.
Bu durumun gerekçelerini şimdilik bir kenara bırakalım; ama komünizm fikrinin bu Stoacı etikten ayrılması, insanlığın en büyük arzusu olan eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun bolluk ve neşe içinde hayal edilmesi gerektiği açık.
***
Kuşkusuz, bu, sırf biz böyle istediğimiz için olmayacak. Yaygınlaşmış inanışların ve alışkanlıkların talimatla veya eleştirel düşünce ile ortadan kalkmadığı da malum.
Dolayısıyla, komünizm fikrinin tahayyülü konusundaki kısırlık, ancak daha büyük bir fikrin, bir komünist uygarlık fikrinin baskınlaşmasıyla aşılabilir.
O halde, bize bir uygarlık fikri lazım diyebiliriz.
Hem insanlık tarihinin bütününü içerip aşacak hem de içinde yaşadığımız kapitalist çürümüşlük karşısında gerçekçi bir alternatif haline gelecek bir uygarlık fikri.
Ancak böylesi bir fikrin geliştirilebilmesinin de bir koşulu var. O da böylesi bir fikri taşıyacak kaidenin konulmasıdır.
Her ne açıdan bakarsak bakalım, böylesi bir uygarlık fikrini taşıyacak kaide aradığımızda karşımıza çıkacak olan şey işçi sınıfıdır. Zaten marksizm için işçi sınıfı, sadece kapitalizmi yıkma gücüne sahip toplumsal kesim değil, aynı zamanda sınıflı toplumlar evresine son verecek tarihsel atılımın öznesidir. Yani işçi sınıfı, yeni bir uygarlığın kaidesi, bilimden estetiğe tüm insani ve toplumsal yaratımları kendisine doğru bükerek biçimlendiren tarihsel hücredir.
Marksizmin bu ayırt edici yanını fark eden ve bunu coşkulu bir gelecek tahayyülünün yaratılması açısından ilgi çekici bulan Georges Sorel de işçi sınıfına dair bu kavrayışın altını çizer.
Sorel’in marksizmde heyecan verici bulduğu şey, tarihin yasalarının açıklanmasının veya artı-değer teorisinin ötesinde, kendi çevresinde yeni ve daha yüksek bir uygarlık biçimini oluşturacak, çökmekte olan burjuva toplumunun yerini her anlamda alacak, yeni uygarlığı kendi bünyesinde birleştirecek bir failin, proletaryanın saptanmasıydı.
Özetle, Sorel’e göre marksizm, bir “kurucu özne” tahayyülüne sahip olması nedeniyle ayırt ediciydi.
***
İşçi sınıfının “kurucu özne” statüsünün gölgeye düşmesinin anlaşılır nedenleri var tabi. Öncelikle kapitalizm koşulları altındaki uzun yüzyıllar, kapitalizmin yıkılmasını acil bir görev haline getirdikçe işçi sınıfının “yıkıcı özne” olarak rolünü vurgulamak normal sayılmalıdır. Ayrıca, kapitalizmin azgınlaşmasına paralel olarak, işçi sınıfı yeni bir uygarlığın kaidesi olamayacak ölçüde dağıtılmış, parçalanmış, siyasal ve toplumsal etkinliği bastırılmış durumdadır.
İşte, sosyalist düşüncenin devreye girmesi gereken nokta da burasıdır.
Bir yandan, kapitalizm eleştirisini bir uygarlık eleştirisine doğru genişletmek, insani ve toplumsal nitelikleriyle yeni bir uygarlığın, işçi suretinde bir uygarlık tahayyülünün ipuçlarını geliştirmek; diğer yandan ise, kapitalizmin ağır kuşatması altındaki işçi sınıfının mücadele potansiyelini açığa çıkarmak, onun hareketliliğinin yaratacağı enerjiyi daha yüksek bir bütünleşmenin fırsatına dönüştürmek için.
Genel kural biliniyor: İşçi sınıfı bilinçlendikçe mücadele etmez; tersine, mücadele ettikçe bilinçlenir.
Biraz çekiştirirsek şöyle de söyleyebiliriz: İşçi sınıfı yeni bir uygarlık yaratmak için mücadele etmez; mücadele ettikçe yeni bir uygarlığın kaidesi haline gelir.
Dolayısıyla, ucu geleceğin yeni uygarlığına değen bir tarihsel sorumluluk söz konusudur ve o halde Stoacı etikten uzaklaşarak bir bolluk, tatmin, coşku ve neşe toplumunun vaadi yabana atılamayacak denli önemlidir.
Tamam; bugün için vaatlerin en büyüğü ve acil olanı kapitalizmden kurtuluş vaadidir. Ancak bu vaadin parlak ışığının ardında, bir başka vaadin de yanıp sönmesi fena olmayacaktır: Kuruluş vaadi.
Çünkü her uygarlık, bir vaat üzerine kurulur, kuruludur.
İşçi sınıfının insanlığa vaadi ise, kapitalizmi yıkmaktan ibaret olamaz.
İşçi sınıfı, komünizmi, coşkuyla sarmalanmış yeni bir uygarlığın kuruluşu olarak vaat etmelidir.