1980’li ve 90’lı yıllarda marksizme yönelik eleştiri ve saldırıların büyük kısmı sınıf kavramı ve işçi sınıfının siyasal önemi konusuna yoğunlaştığından, marksistler arasında sınıfların varlığını kanıtlamaya dayanan bir savunu biçimi yaygınlaşmış oldu. İşçi sınıfının varlığının dahi reddedildiği koşullarda, kuşkusuz, bu tür bir savunma doğaldı. Ancak, marksizmin sınıfa böylesi “durağan” bir bakışla yaklaşması olacak şey değil. Zaten marksizmin klasik eserlerinde ortaya konulan sınıf yaklaşımının dinamizmi ve işçi sınıfı kavramının zenginliği bu yaygın alışkanlıktan hayli ileride.
***
Sınıfı “yapısal” bir konum olarak gören ve asıl olarak üretim süreci içerisindeki çeşitli noktalara sabitleyen yaklaşım, kaçınılmaz olarak, kapitalizmde sınıf ilişkilerinin işleyiş biçiminin karmaşıklığını kavramaktan uzak kalır. Kuşkusuz, sınıfın üretim sürecindeki konumu, birçok açıdan başlangıç noktasıdır. Ancak, esasında süreklileşmiş bir ilişki biçimi olan sınıfın, salt sabit bir nokta olarak tanımlanması beraberinde çeşitli sorunlar da getirir.
Öncelikle, böylesi bir bakış, sınıfı, basitçe üretim süreci içerisindeki konumundan ibaret, kendisine yakıştırılan bilinç ortaya çıkana kadar da fiziksel ihtiyaçları dışında varoluş kazanmayan bir bedene indirger. Bu “beden olarak işçi sınıfı” da toplumsal yaşamın değişik katmanlarında yeniden üretilen bir ilişkiyi değil, üretim sürecinin sabit bir alanına/kertesine ait “kısıtlı” bir konumu ima eder.
Esasında basbayağı indirgemeci ve ekonomist olan bu yaklaşımda, toplumsal yapıdaki ekonomi dışı alanların sınıf ilişkilerindeki ve sınıf mücadelesindeki rolü, etkisi ya da özgünlükleri de görmezden gelinir. Sonuç olarak, işçi sınıfı, üretim süreci içerisinde kurduğu/kurmak zorunda olduğu ilişkilerin ötesine taşmayan, işçi olmanın mahiyetini siyasal, ideolojik, kültürel alanlarda deneyimlemeyen bir emek-gücü portresine, yani hayli biçimci ve mat bir içeriğe sıkıştırılır.
Oysa, işçiyi salt beden olarak gören ve onu piyasada satmak zorunda olduğu emeğine indirgeyen bu yaklaşıma karşı, marksizmin özgün yöntemi, sınıfı bir ilişki, üstelik de toplumsal ve tarihsel bir ilişki olarak tanımlar ve böylece sınıf ilişkilerini ve mücadelelerini toplumsal yaşamın bütününe doğru genişletir. Bu haliyle sınıf, yine üretim süreci içerisindeki maddi konumlardan hareketle tanımlanan, ancak toplumsal yaşamın tüm alanlarında yeniden üretilip deneyimlenen bir ilişki biçimi olur.
Dolayısıyla, İngiliz marksist E. P. Thompson’ın belirttiği gibi, sınıf tek başına bir yapı, kavram ya da kategori değil, aynı zamanda “insanlar arası ilişkilerde gerçekten var olan bir şey”; toplumsal yaşamın tüm alanlarında yeniden üretilen, gündelik hayatın her anında özgün biçimlerde deneyimlenen bir ilişki biçimidir.
O halde, sınıfın durağan ve cansız bir portresini betimlemekle yetinmeyerek toplumsal yaşamın farklı katmanlarında sınıfsal ilişkinin nasıl tesis edildiğini, sınıf aidiyetlerinin ve sınıfsal varoluş biçimlerinin hangi yollarla deneyimlendiğini, sınıfların süreklileşmiş mücadelelerini de gündeme almak, kısacası gündelik, somut ve “elle tutulur” bir sınıf kavrayışına ulaşmak zorunluluğuyla karşı karşıyayız.
***
Sınıf bilinci tartışması, bu noktada da önem kazanıyor.
Yukarıda değindiğimiz anlayış, sınıf bilincine erişene kadar sınıfın sergilediği toplumsal pratikleri dikkate almaz; hele hele sınıf bilincinin oluşumunda kültürel temsillerin, ahlaki normların, toplumsal ve geleneksel alışkanlıkların, özsaygı, özgüven, namus, onur gibi değerlerin yerini tümüyle göz ardı eder.
Bu yaklaşım, taşıdığı “bilimsellik” kisvesine rağmen, esasında sınıfla köklü bir bağ kurmaya çalışan siyasal hareketlerin alanını muazzam ölçüde daraltır. Elbette, işçi sınıfının bu “politika-altı” bilincinde gerçekdışı siyasal erdemler bulmanın yolu yok; ancak verili ideolojik ve kültürel koşullanmalar altında da sınıfın siyasal bir hareketin öznesi olması arzu ediliyorsa, işçi ve emekçiler ile toplumsal yaşamın tüm alanlarına yayılmış bir temas yüzeyine sahip olmak yabana atılamayacak bir imkan.
Bu açıdan bakıldığında, sınıf ilişkisinin ve mücadelesinin ekonomik temeli ya da üretim sürecindeki konumu kadar, toplumsal yaşamın farklı katmanlarındaki dışavurumları da ilgiyi hak ediyor. Çünkü sınıf, tekrar edersek, basitçe bir yapıdan, kavramdan ya da kategoriden ibaret değil.
Sınıf, aynı zamanda, hissetme tarzlarına, gündelik yaşam deneyimlerine, kültürel ve ahlaki koşullanmalara da uzanan ilişkiler bütünlüğü. Sınıf, her anda ve her alanda yaşayan/yaşanan bir ilişki yani. İşçi olmak sadece fabrikada veya büroda değil, sokakta, ailede, komşularla ilişkide, çocuğunun okulunda, hastane kuyruğunda da süren ve deneyimlenen bir varlık biçimi.
Üstelik bu çok katmanlı sınıf ilişkisi, olmuş bitmiş bir olayı değil, kesintisiz biçimde sürmekte olan, toplumsal yaşamın her hücresinde görünen, “bir kere değil, bin kere öldüren” süreklileşmiş bir deneyimi de ifade ediyor.
İşçi olmak 7/24 süren bir tecrübeyi anlatıyor yani.
Bu nedenle, işçi sınıfına yönelen ve onu siyasal mücadelenin öznesi olarak tanıyan sosyalist hareketin, sınıfla temas kurarken/kurmaya çalışırken nasıl bir portreyle, ne tür bir içerik ve tarzla, hangi tecrübelerle karşılaşacağına kafa yorması, meşru olduğu kadar, zorunludur da.
Zira, işçinin sadece cebinin değil, aynı zamanda ruhundaki boşluğun da doldurulması; sadece haklarının sağlanması değil, aynı zamanda duygusal yaralarının da sağaltılması gerekiyor.
Bu gereklilik, en çok da, işçi sınıfını bir doktrin veya inceleme konusu, vicdanın veya özgeciliğin romantik nesnesi olarak değil, siyasal bir özne olarak gören sosyalistler açısından geçerli.
İşçinin bedeniyle ruhu arasındaki bu köprü kurulamadığı zaman, bedeni buralarda olsa da ruhu çoğu zaman gelmez oluyor çünkü.