Geçen yazıda apolitizm için şu tanımı önermiştik: Sosyalist siyasetin yıkıcı ve devrimci enerjisinin kendisine hareket sahası olarak örgüt içini bulması. Daha düz bir deyişle, toplumsal ve siyasal ilişkilere yönelmesi gereken iradenin, içe dönerek örgütsel yaşam üzerinde icra edilmesi de diyebiliriz.
O halde, depolitizasyondan farklı olarak, apolitizmin siyasetle ilgilenmemek türünden bir anlamı yoktur. Apolitizm, bu anlamıyla, siyasetin, toplumsal ilişkiler ekseninde değil, dar ve kapalı topluluk zemininde anlaşılması ve üretilmesidir. Dar, kapalı, dışa dönük etkiler yaratamayan topluluğun, kendi iç dünyası ve bileşiminden aşırı derecede belirlenmesidir. Siyasetle ilgilenmemek değil, sınırları belirlenmiş bir topluluğun iç ilişkilerinin politik olarak düzenlenmesi anlamında siyasetle aşırı ilgilenmektir yani.
Apolitizm, özellikle kimi konjonktürlerin dışa dönmeyi imkansızlaştırdığı koşullarda, olağanüstü bir hızla yerleşir, sağlamlık kazanır, bir düzenek haline gelir. Bu düzenek bir kere kurulduktan sonra ise, giderek bir kara deliğe dönüşür. Tıpkı bir karanlık maddenin tüm ışığı kendine çekmesi gibi, apolitizm düzeneği de her tür çıkış çabasını kendine doğru çeker. Ve tıpkı ışığı kendine çektiği için bize görünmeyen karanlık madde gibi, apolitizme teslim olmuş topluluk da dışarıdan görülmez, dışarıda bir etki yaratmaz, dışarıdan fark edilmez bile.
Nihayetinde bu karanlık madde, sosyalist siyaseti kendi iç dünyasının nizamı için bir araç haline getiren bu topluluk, bir tipoloji yaratır. İlk anda cazibesi karşı konulmaz görünen, bu nedenle kolayca teslim olunan, bir kere teslim olunduğunda da kendini hızla yeniden üreten, çoğaltan, örgütleyen bir tipoloji.
Sonra ne mi olur?
Siyaset bir pratik değil, söz sanatı olarak düşünülür. Daha doğrusu, pratik, gerçek ve somut etkiler yaratan müdahale olmaktan çok, en cin fikrin üretimine, en etkili ifade biçiminin keşfedilmesine indirgenir. Siyasetin sözelleşmesi, sözselleşmesi, söze tabi kılınmasıdır bu. “Sözünü söylemek”, “söylenmeyeni söylemek” gibi tutumlar siyaset pratiğinin zirvesi sayılır.
Güncel konjonktürün sunduğu olanaklar, verili koşullardaki fırsatlar, hareket halindeki dinamiklerin enerjisi yerine, uzun vadeli hedefler, teorik ve tarihsel konumlanışlar vurgulanır. Ülkenin an itibariyle en öncelikli gündemlerinde dahi, “sosyalizm” ve “devrim” vurgusunun yeterli olacağına inanılır. Mevcut sorunlara dair sosyalizmi işaret eden bir çözüm oluşturmak yerine, durmadan sosyalizmin kendisine işaret edilir.
Sosyalizm, iktidarın ele geçirilmesi, kurtuluş gibi hedeflerin kavranış tarzı özü itibariyle mesyaniktir. Sosyalizme hangi somut iktidar stratejisiyle ulaşılacağı, kurtuluşa taşıyacak toplumsal güçlerin nasıl bir araya getirileceği gibi sorulara verilecek tek bir yanıt yoktur. Sosyalizm, bir şeyi kırk kere söylersek olurmuş misali, söylene söylene, telaffuz edile edile, bir gün mutlaka kurulacaktır. Kurtarıcı mesihin dünyaya indiği an gibi, sosyalizm de zamanı geldiğinde dünyaya inecektir.
Sosyalizm mücadelesinin güncel ve “tatsız” görevleri, bu nedenle, hiç de cazip değildir. Taş üstüne taş koymak, mesela bir mahalle gündeminde ya da küçük çaplı bir işçi direnişinde kazanım elde etmek, sosyalizmin yüce ülküsü karşısında, keçi boynuzu kemirmek gibidir. Her zaman yapılacak “daha önemli” bir iş, yani sosyalizmin kendisi vardır. Ancak hiçbir somut başarı elde etmeden, küçük de olsa biriktirmeden, mevziler kazanıp bunları art arda dizmeden o daha önemli işin nasıl başarılacağı bir muammadır. Kısacası, ya hep ya hiç temel düsturdur, bu nedenle hepsini kazanamadığı sürece bir hiçliğe de mahkumdur.
Sosyalizm mücadelesinde başvurulan kavramların istisnasız hepsi kavramdır. Yani bir kavramdan ibarettir; hiçbir somut karşılığa işaret etmez, hiçbir görev tayin etmez, bir harekete yönlendirmez. Sınıf, devrim, iktidar, irade gibi kavramlar, ancak konum tespiti veya kısır polemikler için işe yarar. Sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinden, işçi sınıfının öncülüğünden söz etmek için hiçbir fırsat kaçırılmaz, ancak bütün bu tartışmalar genellikle topluluğun iç dünyasının kapalı koridorlarında yankılanır. Sürekli kavramından bahsedilen işçi sınıfının kendisiyle neden bir türlü temas kurulamadığı, doğal olarak, pek dert edilmez.
Kavramlardan simgelere geçişin mesafesi bir adımda da kısadır. Halkın, emekçilerin, işçi sınıfının kendisinden çok belirli tarihsel ve özgül bağlamlarda ortaya çıkmış ve yaygınlaşmış simgeleri itibar görür. Mesela 15-16 Haziran direnişi simgesel içeriğine olabildiğince abanılarak yere göğe sığdırılamaz, sınıfın ülkenin kaderine etki ettiği muazzam bir örneğin dışavurumu olarak toz kondurulmaz, ama aynı sınıfın bugünkü mevcudu ile temas kurmakta olabildiğince aheste davranılır. Sovyet ya da Latin Amerika’dan afişler, marşlar, menkıbeler huşu içinde paylaşılır, fakat Soma’ya gidip oradaki işçileri dinlemek pek “estetik” olmadığı için olsa gerek tercih edilmez.
İşçilerin hareketi de dahil olmak üzere, topluluğun kendi isteği ile oluşmamış hiçbir hareketlilikten heyecan duyulmaz. Heyecan şöyle dursun, bu tür hareketlere hep kuşkuyla bakılır. Dünyada ve toplumda oluşan her değişim bir yerlerde geliştirilen planların sonucudur. Bu planlar ise hep o topluluğu dağıtmak, yok etmek ya da saptırmak için yapılır. Ancak ne hikmetse, icap ettiğinde düğmeye basıp 15 milyon insanı sokaklara döken bu güç, birkaç yüz kişiden oluşan bu topluluğu bir türlü dağıtamaz. Topluluk, elbette, her zaman bu planları önceden görür, yaklaşan tehlikeyi anlar, en büyük saldırıyı tespit eder; belki onu önleyemez, ama mutlaka kendini korumayı başarır. Zaten önemli olan da kendini korumak, topluluğun iç dünyasının sürekliliğini sağlamaktır. Eğer iç dünyalar sağlamdaysa, büyük güçlerin planlarını boşa düşürmek için çaba harcamaya gerek görülmez. Topluluğun kendisi, ülkenin kaderinden kıymetlidir.
Ülkenin kendisinden bile kıymetli olan topluluk, elbette, benzerlerinden de kıymetlidir. Diğer topluluklar, kategorik olarak, cahil, sapkın veya gevşektir. Onların başardığının yarısını bile başaramamış olmak sorun olarak görülmez. Hatta o başarılar, diğer toplulukların sapkınlığının sağladığı avantajlar olarak değerlendirilir. Hiçbir sendikada, odada ya da kuruluşta etkin olamamak, çıkardığı yayını geniş kitlelere ulaştıramamak gibi gerçekler bir başarısızlık değil, mükemmellikten kaynaklanan bir kuşatılmışlık, “değerli yalnızlık”tır. Zaten kendi topluluğu dışındaki tüm araçlar ve mecralar fasa fisodur. Velhasıl doğruda durmak ile başarılı olmak arasında bir tezat varmış gibi, başkalarının başarısı yoldan çıkmakla açıklanır. Başarısızlık, doğruluğun bir bedeliymiş gibi, kutsanır, öğretilir.
Yine de bu başarısızlık halinden çıkış için yol aramak mümkündür. Topluluğun iç dünyası bile o kadar kapalı değildir, birilerinin dışarıyı görmesi ve izlemesi doğaldır. Sonuçta başarıyı yakalamak için ortaya öneriler de atılacaktır. İşte o zaman düzenek daha hızlı çalışmaya başlar. Yenilik, açılım, ilişkilenme, dönüşüm, uyarlanma gibi sözcüklerden vebadan kaçar gibi kaçılır. Bunları dile getirenler hainin iğvasına uymuş diye püskürtülür. Şanlı tarihe, zaferlerle dolu geçmişe, göğüs kabartan geleneğe tapınma başlar. Değişim ve dönüşüm, topluluğu yoldan çıkarmanın işareti olarak görülür. Her an bir bulaşıklık, her an abdestlerin bozulması tehlikesi vaz edilir. O kadar övünülen gelenek ve birikim, topluluğu kirlenmeden koruyamıyormuş gibi, bir “süreklileşmiş korku” patolojisi, bir hijyen obsesyonu, bir narsistik kişilik bozukluğu üretilir ve kolektifleştirilir.
Örgüt mücadelenin temel aracı olmaktan çıkalı hayli zaman geçmiştir artık. Örgüt artık topluluğun kendisini bir arada tuttuğu ve kolektif bir kimlik geliştirdiği ilişki ağıdır sadece. Toplumsal yaşamın zorlukları, bayağılıkları ya da çirkinlikleri karşısında rencide olan ruhlar, topluluğun hijyenik ve yüksek kültüründe şifa bulur. Topluluğun içi ayrıcalıklı hissetmek için kaçılan bir sığınaktır. Şematik modellerin gerçek dünyada denendiği her örnekte tuzla buz olmasına kafa yorulmaz. İçerinin nizamı, iç dünyaların sağlamlığı her başarının ölçütü ve hedefidir. Bu nedenledir, topluluk içindeki rütbeler, görevler, etiketler her şeyden kıymetlidir. İçeride kazanılan ve ancak içeride korunabilen saygınlığı, dışarıyla temas kurup sınamadan geçirmek söz konusu bile olamaz. Tutunulan unvanlar, topluluğu içe doğru büzüştürdükçe, içeriyi de tümüyle unvanlara doğru daraltır.
Apolitizmle başlayan yolculuk, geniş bir kavis çizdikten sonra başladığı yere, ama bu defa katmerlenmiş, katılaşmış, kutsallık kazanmış bir apolitizme varır.
Ancak bir yerden sonra, siyasetin, içerideki değil dışarıdaki siyasetin, gerçek toplumsal ve siyasal dinamikleri ifade eden siyasetin, devrimci siyasetin kuralları işlemeye başlar.
Tarihin yasası gereği, devrimci aranış kendisine öyle ya da böyle yol açar.
O zaman ileriye bir adım atılır, çember yarılır, kafes kırılır.
Sonra bir adım daha, bir adım daha...