Türkiye ilginç ülke. Solu da ilginçlikte ülkesinden aşağı kalmaz.
Örneğin, seçimlerin aslında önemsiz olduğunu söyleyip, seçimler hakkında bu kadar konuşan, onun veya bunun seçimlere dair görüşünü lime lime edene kadar eleştiri konusu yapan başka bir sol hareket görülmemiştir herhalde.
Örneğin, seçimlerin devrimci bir değişimin yolu olduğunu söyleyen tek bir sol grup olmamasına rağmen, sayfalar dolusu “bu düzen seçimle değişmez” yazıları yazılan başka bir ülke solu da yoktur.
Ya da örneğin ve tersinden, seçimlerde elde edilecek bir sonucun ülkenin siyasal ve toplumsal sorunlarından tutun da solun enternasyonalist misyonlarına kadar hemen her başlıktaki sorunlara ecza olacağını ileri sürenlere sahip bir sol da yoktur.
Bu örnekler çoğaltılabilir ve elbette sadece seçimler bahsiyle de ilgili değildir.
Ancak sonuçta ortaya çıkan tabloya baktığımızda, akılcı, tutarlı, maddi gerçeklerle uyumlu bir tartışma yerine, sataşmaya ve laf sokmaya indirgenmiş bir mahalle atışması görüyoruz.
Bunu hak etmiyoruz!
O yüzden, ülkenin siyasal ve toplumsal süreçlerine bakan, bu süreçlerdeki olasılıkları tartan, kendisini ve toplumsal ilişkilerini belirli bir hedefe ve yola sevk etmeye uğraşan bir siyasal pratiğe yoğunlaşmak ertelenemez bir sorumluluk bugün.
***
Saray iktidarı ne yaparsa yapsın, bir “pozitif” atmosfer ve seçim yaklaşımı belirleyebilmiş değil. “Pozitif”ten kasıt, mutluluk ve esenlik içeren söylemler değil elbette; iktidarın şimdiye kadar kat ettiği mesafenin sonuçlarının alındığına, 16 yıllık iktidarın meyvelerinin toplanacağına geniş bir kamuoyunu ikna etmesi. Bu açıdan, Saray iktidarı, hala yedi düvel tarafından kuşatılmış, iradesi kırılmış, önüne bariyerler kurulmuş, kısacası “mağdur” edilmiş bir görünüm ile bu mağduriyete karşı yegane seçenek olarak Erdoğan iktidarı biçimindeki formülünden ötesini söyleyemez noktada.
Bu noktaya kadar daralmış olduğu için, kimi zaman açık kimi zaman da örtük biçimlerde iktidardan sürekli bir “kaybetme” endişesi yayılması da dikkatlerden kaçmıyor. Muhaliflere yönelik baskılardan tutun da seçim yasalarında yapılan haksız değişikliklere kadar tüm hamleler, bir yandan seçimi kazanmak için her şeyin yapılacağını ima ederken, bir yandan da seçimi kaybetme riskinin büyüklüğünü, hem de kendi tabanına, fısıldamış oluyor.
Seçimleri bir “baskın”la erkene almak; İyi Parti’nin seçimlere girmesini önlemeye çalışmak; seçim yasasında iktidara yarayan değişiklikler yapmak; bir adayı hukuksuz biçimde hapishanede tutmak; aday olması ihtimali konuşulan birinin evine helikopterle genelkurmay başkanı göndermek; seçim öncesi tüm basını havuz kontrolüne almak; bağımsız adaylığı neredeyse imkansız hale getirecek düzenlemeler yapmak ve daha birçok benzeri hareket...
Bunlar, hiç de karşısına kim çıkarsa çıksın devirip geçecek bir liderin özgüven gösterisine benzemiyor.
Yani Saray, her şeye hakimmiş görüntüsü vermek için öyle yollara başvuruyor ki, aslında her şeyi kaybetme ihtimalinden duyduğu ürküntüyü ifşa etmiş oluyor.
Ve bu, karşı taraftan önce, kendi cephesinde hissediliyor, görülüyor.
***
Bu durum karşısında muhalefetin sergileyeceği tavır elbette önem taşıyor.
Her ne kadar, CHP başta olmak üzere düzen muhalefetinin şimdiye kadar izlediği strateji beklentilerin üstünde olsa da yukarıda özetlenen durum karşısında daha kurucu ve agresif bir yaklaşımın mevcut dengeyi değiştirme ihtimali azımsanmamalı.
Zira, muhalefet, iktidarın gücüne, kudretine, yıkıcılığına odaklanmaktan, onun zayıflığının ve kırılganlığının farkına varmakta, bu açığın hakkını vermekte zorlanıyor.
Saray cephesinde bir “kaybetme endişesi” baş göstermişse, muhalefette de bir “kazanamama endişesi”nin gözlendiği söylenebilir yani.
Kemal Can’ın geçtiğimiz hafta yayınlanan yazısında isabetle saptadığı gibi: “Muhalefet, çoğunlukla iktidarın gücüne odaklandığı için, kendi imkânları ve potansiyeli konusunda zayıf bir psikoloji üretiyor. İktidarın kırılmaz görünen desteğine karşılık, yine neredeyse aynı kararlılıkla direnen öteki yarıyı psikolojik üstünlük olmasa bile denkliğe taşımakta zorlanıyor. ‘Karşı taraftan’ oy almadan iktidarın değişmeyeceği fikrine karşılık, ‘karşı taraftan’ kimseyi ikna edemediği için devam etmekte zorlanan iktidar gerçeğini koyamıyor. ‘Parçalı muhalefet’ argümanını, ‘parçalı iktidar’ teziyle karşılayamıyor. İktidarın yaptığı gibi, kendi gücünü yarattığı korkudan ölçmeyi retorik düzeyinin üzerine çıkartamıyor.”
Erdoğan’ın bizzat kendi ağzından muhalefete parola verdiği, üst üste “kaybedersek” minvalinde cümleler sarf ettiği bir ortamda psikolojik üstünlüğün bu tarafa kaydığı açık oysa.
Ancak bu psikolojik üstünlüğün maddi bir temeli olduğu, AKP tabanındaki kaygıdan, yani “sosyolojik” bir endişeden de beslendiği akıldan çıkarılmamalı.
Haliyle, solun kendi “sosyolojisi”ne dayanan, ondan beslenen, onunla birlikte devinen bir mücadele stratejisini vakit kaybetmeden hayata geçirmesi gerekliliği de.