İktidar eliyle yapılan hiçbir zorbalık ve topluma yönelik şiddet içeren hiçbir aşırılık, burjuvazi gamsız ve şen şakrak hayatına devam ederken ortaya çıkmıyor. “İktidarınız faşisttir!” iddiasının arkasında gerçek ve güncel bir “çöküş saptaması” da her zaman vardır.
Bu da demek ki, kapitalist iktidarların merhametsizce ve keskin bir pervasızlıkla sergilediği saldırılar, aslen sistemin güç gösterisinde bulunması ya da “benlik tatmini” olarak değerlendirilemez. Sömürü ve eşitsizlik esasıyla meydana gelen bir iktidarın despot (faşist) bir nitelik kazanması, derin bir endişe taşıdığının ve sultasını yitirmeye başladığının göstergesi olarak da okunmalıdır.
Hitler faşizmi böyle bir döneme doğmuştur örneğin, Avrupa'da kendi felaketini soluyan kapitalizme uzatılmış bir can simididir. Nazizm, durup dururken kötülük yapmak isteyen bir sistemin ürünü olmaktan daha çok, insanların içindeki kötülüğü açığa çıkararak örgütleyecek ve sistemi kötülükle ayakta tutacak bir sürecin enstrümanı olarak kurgulanmıştır.
Salvador Allende'nin Unidad Popular hükümetini ABD desteğiyle devirip ülkede sosyalistlere karşı kıyıma girişen, Şili'ye 17 yıl kan kusturan Pinochet, kapitalizmin derin endişesinin ve çöküş eğrisinin eseridir.
Her bir karış toprağı emperyalist sömürünün izini taşıyan, çile dolu Afrika ülkesi Zaire'yi (Kongo Demokratik Cumhuriyeti); 32 yıl boyunca diktatörlükle, ülkenin tüm zenginliğini ABD'ye, Avrupa'ya peşkeş çekerek yöneten Mobutu Sese Seko, kapitalistlerin krizine ilaç olsun diye kullanılan yerel bir maşa olmuştu.
Tüm örnekler aynı kapıya çıkar; krizin dehlizine giren, moral üstünlüğünü kaybeden sistem saldırganlaşır. Kurallar ortadan kalkar. Fütursuz bir otoriterlik adaleti yok eder...
Terry Eagleton'ın özetlemesiyle şöyle de yazılabilir: “Eğer sistem manyaklaşmışsa bunun altında derin bir moral bozukluğu yatmaktadır.” (Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, S.19)
Son birkaç gündür gündemde olan, (hiç de yabancı olmadığımız fakat her defasında duyguları ve değerlendirmeleri biraz daha dibe çeken) kayyum saldırıları da Türkiye'deki iktidarın çöküşünün, moral bozukluğunun ve taşıdığı derin kaygının fotoğrafıdır.
***
Dünya kapitalizmi, son 10 yıldır iyice belirginleşen ve henüz aşılamayan (ve henüz yeterince çözümlenemeyen) bir krizin içinde hızla nefes alıp vererek hayatta kalmaya çalışıyor. Sudan çıkarılmış bir balık misali, denizi görüyor ve çırpınıyorlar, kapitalizm suya ulaşamazsa soluk alıp verişi duracak gibi.
Bu kapitalist kriz döneminin veya şöyle söyleyelim, çırpınan kapitalizmin yarattığı en önemli sistemik farklılık, kendi piyasalarının ve siyasanın olağanüstü biçimde kuralsızlaşmasıdır. Kapitalizmin daha fazla otoriter (demokrasiden ve yasallıktan vazgeçmiş) bir kimlik kazandığı bu dönemin en önemli sonucu, emekçi sınıfların yasal ve siyasal alanda vahşi bir saldırıyla karşı karşıya kalmış olması ve sınıfsal saikler haricinde bir kategorizasyonun hakim hale gelmesidir. Yerel, cinsiyetçi, mezhepçi ve etnik kimliklerin üstünlük kurduğu siyaset alanı -neredeyse sadece- manipülasyonla, yalanla, ötekileştirmeyle ve sık sık şiddetle muhafaza edilmektedir.
Elbette bu kuralsızlığın (otoriterleşmenin) başat sonuçlarından ve hatta dayanaklarından biri ise ırkçılıktır. Irkçılık bugünün dünyasında uluslararası bir yaygınlık kazanarak önemli bir tehlikeye dönüşmektedir.
Sadece ayrıcalıklı sınıflara hizmet eden bir sistemin sağkalım güdüsünün fiili olabilecek savaşlar, işgaller veya kitlesel katliamlar; yoksul ve savunmasız halk kesimlerinin daha güçlü ülkelere, gelişmiş ekonomilere akışına da neden olmuştur. Irkçılık ve faşizmin konforlu yükselişinin arkasında bu zorunlu göç ve kapitalizmin başka ülkelere tasallut edip, kendi krizini yoksul çoğunluğa fatura etmesi vardır.
Örneğin, bugün Türkiye'de İçişleri Bakanı'nın “tanıdığın en ünlü faşistler” sıralamasında ilk beşe sokulacak kadar kuralsızlığı ilke edinmiş olması; veya bir güvenlik görevlisinin bir Kürt'ü gördüğünde her türlü adaletsizliğe başvurup, yine her türlü güvenceye sahip olduğuna inanması; yahut bir Suriyeli emekçinin dünyanın herhangi bir ülkesinde asgari ücretin altında, istismara açık biçimde çalıştırılabiliyor olması; ya da başkan Trump'ın, zamanında ABD'ye göç etmiş olduğu halde o ülkede doğup büyüyen Demokrat Partili kadın siyasetçilere, hiç kaygı duymadan “bozuk, suçla kuşatılmış, en yozlaşmış, en saçma ülkelerinize geri dönün” diyebilmesi... Tüm bunlar ırkçılığın sistem tarafından bilinçli biçimde yükseltilmesinin ve siyasette yerleşik hale gelmiş bir ölçüt, kapitalist iktidarın bir güvencesine dönüşmüş olmasının sonucudur.
Gayrimeşru kayyum atamalarının, Kürt seçmenin elindekine bu kadar kolay saldırılıyor olmasının arkasında da Saray Rejimi'nin dünya kapitalizminden esinlenerek masada bir sigorta olarak tutup pekiştirdiği “ırkçılık” vardır. AKP Kürt düşmanlığını besleyerek her türlü saldırıyı meşrulaştırmaya çalışmakta, dahası muhalefetin önemli bir bölümünü de dumura uğratarak yer yer kendisine yedekleyebilmektedir.
Demek ki, bugün Kürt illerindeki belediyelere atanan kayyumlara karşı durmak, yükselen ırkçılığa da karşı gelmek demektir. Başka bir deyişle, bugün Türkiye'de kuralsızlığa ve hukuksuzluğa engel olmak için Kürt düşmanlığına karşı durmak bir zorunluluktur.
Kürt düşmanlığına, ırkçılığa, herkesin “terörist” olarak yaftalanıp suçlanmasına karşı ortak duruş gösteremeyen bir Türkiye muhalefetinin ne yazık ki birleşik bir geleceği de olmayacaktır.
***
Bu sön söylediğimizin üzerinde biraz daha durmalıyız.
AKP'nin en son (ve etkili mücadele yürütülemezse devamı gelecek olan) kayyum hamlesinin, geçtiğimiz üç yılda yapılan kayyum atamalarından farklı bir özelliği var. Önceki kayyum politikası asıl olarak, “hendek savaşları” sonrasında halkın siyaset alanının dışına düşmesini fırsata çevirerek, Kürt siyasal hareketini baskı altına alıp zayıflatmayı ve HDP'nin meşruiyetini sarsmayı amaçlıyordu.
Birkaç gün önce atılan adımın ise, o belediyelerden maddi çıkar da sağlamanın yanında, belirgin ve daha önemli iki farklı amacı söz konusudur.
Bunlardan birincisi, Suriye Kürtlerini zayıflatmak ve bölgeye dönük olası operasyonları kolaylaştırmak için Türkiye Kürtlerini baskı altına alıp hareket edemez hale getirmek yani bir “burun kırma” operasyonunu hayata geçirmektir.
İkincisi ve daha sarih olanı, son dönemde kimi aykırılıklara rağmen bir arada durmayı başarabilmiş ve rejimin çöküşe geçtiğini ilan etmiş olan muhalefeti, bileşenlerin ayrım noktalarını keskinleştirerek parçalamaktır.
Özetle, son kayyum atamaları muhalefetin bütünlüğünü hedeflediği gibi, muhalefet alanının yumuşak karnı olan CHP'yi düşürme, yani CHP tabanının Kürt siyasal hareketiyle oluşmaya yüz tutan bağını koparma amacı taşımaktadır. Kürtleri, son seçimde denediği “Ali Cengiz oyunlarıyla” elde edemeyeceğini anlayan AKP için yeni bir seçim girişiminden önce tek çıkar yol bu parçalı muhalefet tablosunun yaratılmasıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, söz gelimi İstanbul, Ankara gibi CHP belediyelerine kayyum ataması yapılmasının veya bu belediyelerin çalıştırılmaz hale getirilmesinin ön koşulu, CHP'yi milliyetçilik basıncı altına alarak Kürtleri yalnızlaştırmak olacaktır.
AKP açısından muhalefetin parçalandığı ve Kürtlerin yalnız bırakıldığı tabloda, ne “ben devlet adamıyım” diyen Ekrem İmamoğlu'nun “kapsayıcı uzlaşmacılığının”, ne de “sokağa çıkmayı doğru bulmuyorum” diyen Kılıçdaroğlu'nun evde takılmasının sağlayacağı bir güvence olmayacak. Sistemin evrensel niteliği, saldıracak Kürt bulamadığında herkese Kürt muamelesi yapabiliyor olmasıdır.
Bitirirken tekrar edelim, iktidarın kayyumlarla açığa çıkan politik yönelimi sadece Kürtlerin sorunu değil, tüm Türkiye'nin meselesi ve rejimin çöküş döneminde muhalefet güçlerinin bütününü hedefleyen bir saldırı sürecinin ilk etkili adımıdır. Bu adıma karşı birlikte direnmek, Kürt ve Türk emekçilerin ortak direnişini büyütmek dışında bir kurtarıcı karşı hamle ise güncel olarak söz konusu değildir.