Metin Çulhaoğlu’nun dün yayınlanan yazısı, derinlikli biçimde tartışılması gereken, fakat bir türlü tartışılmayan, tartışılmadıkça cılk bir yara gibi açık kalan bir sorunun genel alanına işaret ediyordu.
İhtiyacını vurguladığımız tartışma, özne’lik durumunun ve kapasitesinin hem toplumsal ilişkiler içerisindeki hem de sosyalist mücadeledeki yeri ve statüsünü ifade etmektedir. Daha da net bir tanım yapmaya çalışırsak, özne’lik konumunun insansızlaşmasını, giderek insanın özne’lik kapasitesinin sıfırlanmasını kast ediyoruz.
Kuşkusuz, bu tartışmanın batı felsefesi geleneği içinde kalındığı sürece yayılacağı alan, böyle bir yazının sınırlarını fersah fersah aşacaktır. O yüzden merceği biraz daha daraltarak kimi notlar çıkarmakla yetinelim.
***
Marksizmde özne/yapı tartışmasının bir “mutlu sonu” yoktur. Daha açık bir deyişle, kendisinden sonra sağa sola çekiştirilmiş olsa da Marx açısından tarihi insan eyleminin bir ürünü olarak görmekle, insan eyleminin tarih tarafından belirlendiğini söylemek arasında bir tercih söz konusu değildir. Marx, özne ile yapı ya da insan ile tarih arasındaki boşluğu bilinçli biçimde kapatmamış ve bu boşluğun ancak pratik deneyimlerin sonuçları aracılığıyla (tabi ki geçici bir süre için ve mekana özgü bir yolla) kapanacağını göstermeye çalışmıştır.
Önce İkinci Enternasyonal nesnelciliğinin, sonra da yapısalcı ekolün baskısı ile birlikte marksizmin özneye alan açan boşluklu yapısı doldurulmaya çalışılmış, sonuçta ortaya “nesnel koşullar” hakkındaki fetişist yaklaşımlar saçılmıştır. Marx için “nesnel koşullar”ın ne derece belirleyici olduğunu tartışmanın gereği bile yok elbette. Ancak konunun marksist tarih anlayışının vurgulanması olmadığını, bu yolla yapılan şeyin öznenin devrimci karakterinin altını oymak anlamına geldiğini ilk fark eden de jilet gibi keskin mantığıyla Lenin olmuştur. “Nesnelliğe yapılan atıf, devrimci faaliyete duyulan antipatiyi gizlemeye yarayan incir yaprağından başka bir şey değildir” sözleriyle Lenin’in altını çizdiği de budur.
***
Nesnelliğe yapılan aşırı vurgunun ve özne’lik durumunun insansızlaştırılmasının tek sonucu, devrimci mücadeleyi kötürümleştirmek değildir.
Bu tür bir yaklaşım, marksizmle bir ilgisi olmadığı gibi, doğrudan doğruya liberalizmin felsefi temellerine de uygundur. Zira, sorumlulukların koşullara, nesnelliğe yıkılması, bizzat insanın temize çıkarılması anlamına da gelmektedir. Çocuk emeğinin sömürülmesi gibi bir vahşeti açık açık savunmak mümkün değilse de “vicdanlı” burjuvaların “koşullara” sığınması ve bu vahşetteki “öznel” rollerini gizlemesi hiç de zor olmayacaktır mesela. Liberalizmin özgürlük anlayışının “sorumsuzluk” temeline yaslanması tesadüf değildir, çünkü sorumluluğun olmadığı yerde suçlanacak ve hesap sorulacak özne de yoktur.
Dolayısıyla, nesnelliğe aşırı vurgu ve özne’lik halinin tasfiyesi, siyaset ile etik arasındaki bağı kopararak toplumsal eleştirinin çok verimli bir kaynağını da kurutmaktadır. Etik dendiğinde basit ahlaki kodları anlayanların buna burun kıvırmasına aldırmamak gerekir. Etik, başlı başına bir siyasal mücadele alanıdır. İçinde yaşadığımız barbarlığın sorumlularını açığa çıkarır. Üstelik, etik, bir de ödev tanımlar. Ortaya çıkarılan pisliğin ve irinin temizlenmesi görevini tarif eder.
Dolayısıyla, siyaset ile etik arasında bir ilişki olmadığını söylemek mümkün değildir. Söylenebilecek olan, salt etik eleştirinin dünyayı dönüştürmeye kifayet edemeyeceğidir. Zaten marksist bir yaklaşım en başından itibaren bunu bildiği için, etik eleştiriyi en uygun konuma yerleştirir. Buna göre etik, sorumluları açığa çıkararak siyasal eylemi çağırır ve bir görev olarak tayin eder.
O halde sorun etik eleştirinin kendisinde değil, bir siyasal eylemi çağırmayan, siyasal olanla bağı tümüyle koparılmış, incinmiş ruhlara teselli vermeye yarayan etik eleştiridedir.
***
Üzücü olsa da nesnelliğe aşırı vurgu yaparak insanın özne’lik kapasitesinin sıfırlanması ve bu yolla her tür etik yaklaşımın daha baştan iptal edilmesi, sadece kapitalizmin işleyişinde değil, sosyalist solun iç ilişkilerinde de kendisine yer bulmaktadır.
Bu ülke birbiri hakkında yalan söyleyen, iftira atan, perde gerisinden kumpas kuran, eleştiri karşısında zorbalaşan, eşitlik ilkesini ayakları altına alan “sosyalistler” de görmüştür ve görmektedir. Bu durumlar söz konusu olduğunda kapitalizmin insan kişiliğinde yarattığı tahribattan, henüz “yeni insan”ın yaratılamamış olmasından, zaten sınıflı toplumlar ortadan kaldırılmadıkça bu habis alışkanlıkların da tümüyle tasfiye edilemeyeceğinden dem vuran, yani vurguyu yine “nesnel koşullar”a yapan mantık ise, tanık olunan çirkinliği normalleştirmekten, önemsizleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Oysa beklenen Meryem’in el değmemiş masumiyeti ya da sınıfsız toplumun yeni insanı falan da değildir. Standartların imkansıza çekilmesinin, mevcut çürümeyi kabullenmek ve ebedileştirmek dışında hiçbir anlamı yoktur. Aranan şey, keşiş ahlakı da değil, basbayağı devrimcilik, devrimci ve eşitlikçi bir kültür/etiktir. Bunu bile yapamayan, kendi küçük kozmosunda dahi eşitlikçi, özgürlükçü, karşılıklı saygı ve güvene dayalı kardeşçe bir iç yaşam kuramayan bir solun, çürüme veya yozlaşma laflarıyla konuşması da inandırıcı olmayacaktır haliyle.
Ve tıpkı liberalizmin özneyi “sorumsuzlaştırıp” tüm yükü “nesnel koşullar”a yıkması gibi, bahsettiğimiz çürümede de parmaklar yine nesnel koşulları işaret ederek özneleri gizlemektedir.
***
Adorno’nun “kendisini nesnellik sanan öznellik” derken kast ettiği de biraz böyle bir şey olsa gerek. Kendi suçunu, günahını, basiretsizliğini, beceriksizliğini, korkusunu, konforunu “nesnel koşullar”a yıkan, kendini ancak bir başkası olarak tanıdıkça rahatlayan bir karakter tipi.
Bunun bir kazancı da olacaktır elbette. Tüm bu çürüme ve yozlaşma yangınında hiç payınız olmadığını düşünerek vicdanınızı temize çekmek ve ruh güzelliğinizle teselli olmak bu tür bir kazançtır.
Ancak kazanırken kaybedilen, özne olma şansı, cesareti ve bilincidir.
Özne’lik halinin, yani dünyayı dönüştürme iradesinin, yani devrimciliğin yitimidir.