Siyasette, özellikle de marksist birikime yaslanan geleneklerde, “eşitsiz gelişim” kavramı sık sık kullanılır. Kavramın hem kuramsal hem de siyasal önemi aşikar, dolayısıyla sık kullanılması da anlaşılır. Ancak dünya çapındaki egemenlik ilişkilerinden sınıf içi bölünmelere kadar birçok konuyu ilgilendiren bir kavramın tam olarak nasıl tanımlanacağı, daha doğrusu tanımının hangi özelliğinin vurgulanacağı karmaşık bir konudur.
Bu açıdan baktığımızda, bugünün Türkiye’sini ve AKP rejimi karşısındaki mücadelenin gündemlerini temel alırsak, “eşitsiz gelişim” kavramının içerdiği özelliklerden birinin altını kalınca çizmek gerektiği görülebilir. O da şu: Eşitsiz gelişim, bir toplumsal kesimin ya da bir siyasal talebin, kendi özgücünün ötesinde bir dönüştürücülük ve yıkıcılık kapasitesi kazanmasıdır.
Daha açık bir ifadeyle, sosyalizm mücadelesinin özgün taleplerinin yanı sıra, toplumsal ilişkilerin ve siyasal süreçlerin karmaşık denkleminde, özünde hiç de “sosyalist” ya da “devrimci” olmayan bazı talepler devrimcileşir. Ortalama bir kapitalist gelişmişlik seviyesine sahip bir ülkede bile pekala karşılanabilecek taleplerin hayata geçirilmesi imkansızlaşır ve dolayısıyla o talep güçlendikçe mevcut sistemin sınırlarını aşındırma, giderek sistemin kendisini yıkma kapasitesi kazanır. Öz itibariyle düzen içi sayılması gereken talepler, kitle hareketlerini düzen dışına taşımanın kanalı oluverir.
İsteyen, sosyalist devrim yaklaşımının en görkemli tarihsel örneği olan Ekim Devrimi’ne bakabilir. Ekmek, barış ya da toprak esasında burjuva düzenin sınırları içinde karşılanamayacak talepler değildir. Dahası, kimi özgül biçimlenişleri açısından ilk olarak burjuva devrimlerinin ortaya attığı talepler bile sayılabilirler bunlar. Ancak Rusya’nın o dönemki siyasal ve sınıfsal koşulları ile emperyalizmin iç hiyerarşisindeki çatışmalar neticesinde, Rus işçi ve emekçilerini sosyalist iktidara taşıyan talepler haline gelmişlerdir.
Eşitsiz gelişim, bu örnekte görüldüğü gibi, özünde düzen içi bir talebe, düzen dışı bir uzam dayatmış, burjuva düzenin sınırlarını parçalayıp ileri atılmak zorunda bırakmıştır.
Türkiye ve Türkiye’deki laiklik mücadelesi, işte tam da bu uğraktadır.
Bugün Türkiye’nin hem laik hem de burjuva kalması mümkün değildir.
Olağan bir burjuva düzenin olağan unsurlarından olan laiklik, Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin bileşenlerinden biri olma yolundadır. Zira Türkiye’de laiklik sadece AKP rejimi tarafından imha edilmemekte, doğrudan burjuvazi de bu imha operasyonuna muhtaç haldedir. Dolayısıyla, AKP rejiminin gerici saldırıları karşısında laik bir mücadele hattının örgütlenmesi, öyle çok ileri aşamalarda falan da değil, daha ilk adımlarda burjuvazinin çıkarları ve Türkiye kapitalizminin sınırları ile karşı karşıya gelecektir.
Ancak ve sadece laikliğe sahip çıkan, laikliği hem yıkıcı hem de kurucu bir nitelik olarak içselleştiren bir sosyalist hareket, o aşamaya gelindiğinde söz konusu sınırları aşmayı başaracaktır.
***
Laikliğin devrimci kapasitesi, sadece eşitsiz gelişim olgusunun mevcut biçimlenişine indirgenemez elbette. Laiklik, bir yanıyla, kendi tarihinde ve gelişiminde ima ettikleriyle, gizil olarak sahip olup şimdiye değin açık edemedikleriyle de sosyalizm mücadelesinin, devrimci ilerleyişin bir parçası haline gelmektedir çünkü.
Çünkü tarih boyunca süregelen laiklik mücadelesinin içinde işçiler, emekçiler, yoksul halk kızıl bir damar gibi akmıştır, akmaktadır.
Yunan dünyasındaki adıyla kleros’lar, Latince’de laici’ler, Fransız Devrimi’nin sansculottes’ları, hepsi bir yanıyla din görevlisi, din adamı, ruhban ya da ulema sınıfından olmayan basit insanları anlatmaktadır. Ve fakat, iktidar işleriyle din işlerinin, servet ve iman biriktirmenin, bu dünyanın nimetleriyle öte dünyanın ganimetlerini elde etmenin hep ve değişmez biçimde aynı sınıflara düştüğü düşünülürse, kleros, laici ya da sansculottes olmanın, yani halk olmanın, aynı zamanda yönetilen olmak anlamına geldiği de görülebilir. Din ile din dışını ayıran sınır, azıcık kazıldığında egemen olan ile egemen olunan arasındaki sınıra dönüşür.
O halde, teorik ya da tarihsel çekincelere de kapılmadan, bugünün dünyasında, kapitalist barbarlığın dinsel yobazlıkla bütünleştiği çağımızda, laiklik mücadelesinin aynı zamanda yönetilenlerin, yani sömürülen ve ezilen halkın mücadelesi olarak örgütlenmesini sağlamak şarttır.
Laiklik, “tarafsız” ya da “sınıfsız” bir alandaki opsiyonel gündem, asıl işimizi görürken boş vakitlerde uğraşılacak bir hobi olmaktan çıkarılmalı, sınıf mücadelesinin, devrimci mücadelenin cephelerinden biri haline getirilmelidir.
Getirilmelidir dediğimize bakmayın, halihazırda laiklik tam da böyle bir cephe haline gelmiştir zaten. “Böyle kavranmalı”, laikliğin sosyalizm mücadelesinin cephesi olduğu “bilince çıkarılmalıdır” diyelim isterseniz.
Hem ülkemiz laiklik mücadelesinin sahibi olan yoksul halka yaraşır, kleros’un, laici’nin ya da sansculottes’ların yanına eklenecek bir isim bile yaratmıştır: Çapulcular.
Yönetilenlerin, sömürülen ve ezilen halkların tarihsel belleği, kendi eşleniğini bizim ülkemizde çapulcularla yaratmıştır.