18 Mart’ta kazanılan ve 26 Mart’ta da resmen ilan edilen Paris Komünü’nün yıldönümünü kutluyoruz bugünlerde. Çağımızın açılışını yapan büyük sıçrayışlardan olan Komün, hem dünyanın hem de ülkemizin giderek karanlığa ve barbarlığa sürüklendiği bir dönemde, işçi ve emekçi halkın kaderini kendi eline almasının eşsiz bir örneği olarak ışıldamaya devam ediyor.
Bu örneğin eşsizliğinin ayırdına varmanın yollarından biri de, Komün’ün, ortaya çıkışıyla yarattığı tarihsel kopuşu; yani bir önceki dönemin baskın tahayyülünü nasıl ve neden rafa kaldırmış olduğunu saptamak, bilince çıkarmaktır.
***
Modern çağlarda iki büyük devrimci atılım kendisinden sonraki deneyimlere model olup ilham vermiştir: Fransız Devrimi ve Paris Komünü. Ancak, bu iki uğrak arasındaki kopuş, aynı zamanda özsel bir farklılığın tezahürüdür. Bu anlamda, Fransız Devrimi ile Komün arasındaki fark bir rastlantı değildir; iki düşman sınıfın dünya görüşünü yansıtan farklı örneklerdir.
Kabaca söylersek, Fransız Devrimi burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin, bu anlamda kendisinden sonraki burjuva devrimlerinin “ilham kaynağı” olmuştur. Paris Komünü ise burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidara el koyduğu bir örnek oluşturmuş ve sonraki sosyalist devrimlere “ilham” vermiştir
Dolayısıyla, iki sınıfa ait iki tarihsel örnek ve bunlarda cisimleşen iki dünya görüşü, birbirinin devamı/versiyonu olarak değil, zıttı, karşıtı, yadsınması olarak anlaşılabilir ancak.
Daha açık bir ifadeyle, Komün, Fransız Devrimi’nin devamı/versiyonu değil, içerilip aşılması, böylelikle geride bırakılması, bir "tarih" olarak rafa kaldırılmasıdır. Komün’ü, Fransız Devrimi’ndeki ulusal cumhuriyetçi geleneğin bir devamı ya da versiyonu olarak görmek mümkün değildir. Biçim, içerik ve hedef açısından birbirinin tam zıddı oldukları gibi, burjuva Fransa’sı da Komün’ü vahşice ezerek kurulabilmiştir zaten.
***
Fransız Devrimi ve Komün arasındaki keskin farka dair bu söylenenlerin Türkiye bağlamında da geçerli olduğunu söylemeye gerek yok aslında.
Türkiye, 1923’le simgeleşen bir burjuva devrimi yaşamıştır ve bu devrim ilerici, cumhuriyetçi bir nitelik arz etmiştir. Ve yine Fransız Devrimi, 1848 Devrimleri gibi tarihsel örneklerine uyan biçimde, Türkiye’deki burjuva devrimi de bir süre zarfında kendi ilkelerini çiğneyip yok etmiştir.
Bu bir yakınma veya hayıflanma konusu değildir, olmamalıdır. Akış, tamamen burjuva devrimlerinin evrensel mantığına ve sınıf çıkarına uygundur. Devrim yapıp karşı-devrime teslim olmak, cumhuriyet kurup cumhuriyet yıkmak tüm dünyada burjuva devrimlerinin ortak ve hakim mantığıdır. Bu mantığı da kötü yöneticilerle, işbirlikçilerle, hainlerle açıklamak kolaycılıktır. Mantık, tastamam burjuva sınıfının katı çıkarlarına dayanmaktadır.
Bütün bunların tarihsel değerlendirmesi ayrı ve geniş bir konu tabi, ancak bir de güncele, şimdiki ana uzanan boyutları var bu meselenin.
Türkiye’de burjuva sınıfının çıkarları doğrultusunda cumhuriyet ve tüm ilerici birikimi adım adım tasfiye edilmiştir. Bu birikim, salt burjuva cumhuriyetçiliğinin eseri ya da malı da değildir; Türkiye işçi sınıfının ve komünistlerin bu birikimdeki payı büyüktür. Dolayısıyla hem tarihsel ilericiliği hem de işçi sınıfının payı açısından komünistler cumhuriyetin tasfiyesine direnmiş, ona sahip çıkmıştır
Ancak komünistlerin direnişinde ve sahiplenişinde burjuva cumhuriyetçiliğine gerilemek ya da ona teslim olmak yoktur. Komünistlerin burjuva cumhuriyetçiliğine iltica etmesi anlamında bir soyut cumhuriyet savunusu hiç söz konusu olmamıştır. Komünistlerin ilham kaynağı Komün’dür, daha sonra gerçekleşen sosyalist devrimlerdir; yoksa burjuva devrimciliği ve cumhuriyetçiliği değil. Bu tutumun nedeni de burjuva cumhuriyetçiliğinin tarihsel kökeni olan Fransız Devrimi ile Komün arasındaki farkta, hatta zıtlıkta gizlidir.
***
Şimdilerde, özellikle ulusalcı kesimin kimi kalem erbabında, Komün’ü burjuva cumhuriyetçiliğinin bir uzantısına/versiyonuna dönüştürmek yönünde zorlama teorik icatlar göze çarpıyor. Sınıfsız bir cumhuriyet projesi, sınıfsız bir cumhuriyetçilik perspektifi, sınıfsız bir devrimcilik modeli alttan alta önerilip savunuluyor. Üstelik bu icatlara Marx’ı alet ettikleri de görülüyor; Türkiye’de marksizm bilgisinin kıt oluşunun “marjinal faydası” da bu galiba.
Oysa bu hiç de yeni bir anlayış olmadığı gibi, Türkiye’de cumhuriyetin tasfiyesi de bu anlayışın etkisizliği sayesinde mümkün olmuştur zaten. Bu yolun yeniden denenmesi bir tercihtir; ancak uzun yıllardır başka bir perspektife sahip olan sosyalistleri buna ikna etme çabası nafiledir.
Sosyalistler, birçok gerekçeyle, Türkiye’deki cumhuriyetçi birikimi sahiplenir, korur ve bundan da gocunmaz. Bu tutumun ötesinde, politik olarak anlamlı olan hareketse, Türkiye’deki cumhuriyetçi kesimler ile sosyalistler arasında bir köprü kurmak ve güç birliği yaratmaktır. Ancak bu yakınlığın ötesinde, sosyalistlerin burjuva cumhuriyetçi programa ilticasını/gerilemesini tavsiye etmek boşa kürek sallamak olur.
Bu yaklaşımın sahiplerinin yapacağı en hayırlı şey, sosyalistlerle cumhuriyetçi kesimler arasındaki ilişkilenmeye mani olmamaktır. Eğer bu yaklaşımın sahipleri gerçekten bir cumhuriyet ülkesi arzuluyorsa, sosyalistlere ve işçi sınıfına "muhtaç" olduklarını görmelidirler.
***
Bu ülkede bir burjuva cumhuriyet deneyimi yaşandı; şimdi çektiğimiz çile de bu deneyimin acı ve kanla bezeli sonucundan başka bir şey değil. Burjuva devriminin ve cumhuriyetçiliğinin Türkiye’de başka bir menzili, daha ötesi, daha sivrisi, daha iyisi yok, bundan sonra da olmayacak.
O menzil Komün tarafından aşılmıştır ve artık komünistler tarafından taşınmaktadır.
Fransız Devrimi’nin tekrarını, Komün’de burjuva cumhuriyetçiliğinin fason taklidini arayanlar, artık kendi kısa menzillerine toslayıp duracaktır.
Bunun yerine, Türkiye’nin bir cumhuriyet ülkesine dönüşmesi isteniyorsa, bunun ancak ilerici ve devrimci bir mücadele sonucunda başarılacağına inanılıyorsa ve hem siyasal hem de programatik olarak halkçı-eşitlikçi iddialara sahip çıkılıyorsa, o zaman bu tasavvurun hakkı olan menzile iltica etmek gerekir.
Paris’in komünarlarının sesini dinlemek gerekir: Vive la commune!