“Konuş ki seni görebileyim.”
Demiş Hamann. Ama önce dinle… Pandemide iyice netleşen bazı durumlar var. Keskinleşen. Onlardan biri de toplum olarak artık hiçbir şeyi dinlemeyişimiz. Sadece birbirimizi değil, tüm canlıları, doğayı, sessizliği, birbiriyle çarpışan bulutların sesini, rüzgarın uğultusunu, ağaçların süzülüşünü, belki gürültüyü. Şimdi “toplum olarak şöyle olduk, böyle olduk, biz böyle miydik, vay halimize, yazıklanalım, bizi bu hale getirenlere lanet…” vb. alışılmış cümleleri tekrarlayıp, kontrolünüzü tansiyonunuzun eline verdirecek değilim.
Ne yapalım o halde? Hayal kuralım. Bak onu da epeyce unuttuk. Öğrencilerime en zor yaptırdığım çalışma hayal kurdurmak oldu artık. Hayal kurmaları gereken bir eğitimin içindeler. Ama bırakın konuşmayı, şarkı söylemeyi, teknik duruşları ya da duygu analizlerini, Konuşma Sanatı Eğitimi’ni, henüz, durup hayal kuramıyorlar. Elimizden ilk alınan şeylerden biri oldu hayallerimiz. Söylemeyecektim bak “şöyle oldu böyle oldu”ları ama insan tutamıyor kendini. Evet hayal kurmak çok zor... Hayal kurmaya çalışırken gülmeye başladı insanımız. Fazla gülmeye… Sinir bozukluğu gibi olana. Aşırı gülmekle utanmayı kapatmaya çalışırken nefesi tıkanmaya başladı… Gülerken tıkanma, diyafram kasının zayıflığından. Yoksa şahane ve sağlıklı bir aksiyon gülmek, kahkaha atmak. Konuşma Sanatı Eğitimi dersinde ilk anlattığım şeylerden biri, diyafram kasımızın genel olarak neden çok zayıf olduğudur. Küçücük bir çocukken, bir dileğimiz için ağlarken, bizi binbir numaralarla susturan büyüklerimize kanıp, içimizden ağlamak çok geldiği halde diyaframımızı kasıp sustuğumuz için. Bu kaslar ve bağlı olduğu ses teli kaslarımız kasılmaya ilk olarak, kendi taleplerimizin yerine başkalarının taleplerini kabullenmemizle başlar. Ağlama isteği sürmekte olan çocuk kendisini yoksun bırakarak, ödül ya da ceza sistemine göre susar. Ama o ağlamayı durduran “iç çekişli nefes”i hatırlarsınız, değil mi? Hepimizin başına gelmiştir, göbeğimiz titreye titreye, nefesi içimize çeke çeke, midemizde bir abs fren sistemi varmış gibi gümbürdeyerek susmaya çalışmamız. Normal çalışan bir sisteme ilk çomak sokuşumuz. İlk havasız kalışlarımız. Bedensel ilk kasılmalarımız. Böylece de aslında 3-4 oktavlık bir ses genişliği ile doğan, çığlık attığımızda bütün apartmanı inletebilecek diyaframa sahip olan bizler, zaman içerisinde bu özelliklerimizi yitiriyoruz. Bu davranışları alışkanlık haline getirerek bedenimizin ayarını bozup, daraltıyoruz. Benim buluşum değil bilimsel araştırmalar bunlar. Küçükken susturulmaya başlayan kişilerin akıbetini hepimiz çok iyi biliriz. Önce; “Sen sus, küçükler konuşmaz, sana mı kaldı, yaşın kadar konuş, yemekte konuşulmaz, sen kızsın, ne anlarsın sen Adorno’dan” vb. cümlelerle başlayan aile içi eğitimi ve okul öğrenimi yolculuğu, ezme politikaları ile düşünme ve eleştirel yöntemlerin tamamen yok edildiği bir rotada ilerler. Artık istenilen yere doğru yola çıkılmıştır. Bu noktada kişinin evlası, duyu organları iyice körelmiş olandır. Dinlemeyen, dokunamayan, tat alamayan, koklayamayan bir canlı türü. Duyu organları ile algılanan somut Dünya’dan uzaklaştıkça artık iyice bambaşka bir sanal alem kurulur kendi ortaklıkları içinde. Sürekli konuşan ama dinlemeyen, sürekli yiyen ama tat alamayan, sürekli elleyen ama dokunamayan, sürekli bakan ama göremeyen, koklama edimi yiten, tüm duyu organları mühürlenmiş, kapanmış bireyler. Selamlaşmanın bile toslaşmaya dönüştüğü, yumuşak bir el sıkma dokunuşundan, göz göze gelip birbirine güven vermekten yoksun bireyler. Dünya zamanından yavaşça bir kopuşla kendi zamanına geçiş. Bu zaman birimindeki iletişim bizim konumuz.
Konuya başladığım yerden alıntılayacak olursam: Konuşabilmenin, birbirini anlamanın, iletişimin en önemli bölümü hayalgücü (imgelem-imagination) paylaşımıdır. Hayalgücü ne kadar güçlü olursa kullanılan dil de o derece güçlü olacaktır. İyi bir konuşmacı sürekli imgelem biriktiren kişidir. Duyu organları kullanılmadıkça yepyeni yaşam koşulları belirlenir. Koşullar genel kodlamalardan ve yaşam biçimlerinden oluşur. Yalnızca “Askerlik biter bitmez, evlenilir” veya “Belli bir yaşa kadar evlenmeyen evde kalmıştır” kodlamaları değil; örneğin, “Ben piyano çalma konusunda son derece maymun iştahlıyım, hep başlayıp, bırakıyorum” ya da “Benim gibi düşünmeyenler ölsün”, “Bizden olmayanlar burada yaşayamaz”, “Uçak kullanmak güzel olabilir ama ben uçmaktan nefret ederim” veya “Eliyle yemek yiyenlerden nefret ederim, ilkelliktir, köylülüktür” gibi düşünceler de hep kabul edilmiş moda tekliflerdir. Bu kodlamalar hep genel geçer şablon düşünceler olarak kabul edilmişlerdir. Şablonların kabulü ile kimliklerin birbirine benzemesi ve ortaklık oluşturması sağlanmaya çalışılır. Politik bir yönlendirme olarak tek kalıp düşünce ve tek kalıp insan her zaman yönetmek için kolaylık sağlar. Buradan bakılınca, konuşma sanatı eğitimi birey olabilmenin temel gereçlerinden biridir.
Çoğu kapalı toplumda küçüklüğünden itibaren söz hakkı olmayan kişilerin, belirlenmiş statü kalıplarıyla -mesleki, ekonomik, yaşa göre, akrabalık ilişkilerine göre hatta cinsiyete yönelik ayrımlarla- konuşma eyleminden uzaklaştırılması çok doğru bir davranış zannedilerek, konuşma sanatı aile içerisinde, ilköğretimde hatta daha ileri öğrenim süreçlerinde dikkate değer bulunmamaktadır. Bu durum kendisini, duygu ve düşüncelerini ifade edemeyen, sürekli ağlayıp çığlılar atarak isteklerini dile getirmeye çabalayan çocuklar yaratacaktır. Bu çocuklar, büyüdüklerinde karşı taraftan isteklerini ya da istemediklerini bu alışkanlıkla, çığlıklar atarak, öfke nöbetleri ile belirteceklerdir. Böyle toplumlar zamanla kültürlerini, iletişim ve ortaklıklarını kaybedecekleri gibi, bu durum, toplulukların ayakta durmasını sağlayan kavramların da yozlaşarak ortadan kalkmasını sonuçlayacaktır. Kültürsüz ve kavramsız kalmak da kişilerin iletişimini tamamen imkansız hale getirecektir. Buna iki ucu birbirinin aynı olan değnek demek yanlış olmayacaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı, konuşma sanatı eğitimi tam anlamı ile bireysel olduğu gibi toplumsal da bir ihtiyaçtır.
Bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarımız için aile içi eğitim ve okul öğreniminin eksik kaldığı yerde sanat girmeli devreye.
On yedinci yüzyılın başlarında henüz akıl ve insan merkezdeyken, hümanist ve bilimsel açıdan beş duyu organı ile aşırı ilgilenildi. Felsefe, tıp, sosyoloji ve özellikle de görsel sanatlar’ın önemli bir malzemesiydi duyu organları. Şu anda ihtiyacımız olan en önemli şeylerden biri duyu organlarımızı açabilecek anahtara sahip olmak. Duyu organları kapalı kaldıkça tepki vermek, bir takım şeylere dur demek, toplu bir eyleme omuz vermek, insana dair isteklerin ne olduğunu netleştirmek, istemek, hayır demek imkansız olacaktır. Anahtar bellidir. Sanat…
Sanat sayesinde insanların tüm duyu yapıları gelişecektir. Ancak sanattan kastımızı netleştirmeliyiz burada. Eskinin klasik tartışması “Sanat sanat için midir, toplum için midir?”, sorusu, yerini sessizce “Sanat yeni popüler midir, klasik olan mıdır?”a bıraktı. Az önce söz ettiğimiz moda kodlamalarla yaşam biçimi önerisini kırabilecek tek şey sanattır. Bildiğimiz sanat. Popüler kültür, sanal simülasyonlar, bireysel histerinin getirisi beğenilme arzusunun ayıp fikrini yok ettiği yalvarmalı istekler değil. Bildiğimiz klasik sanat. Klasik sanat eğitime ihtiyaç duyar. Yaratıcısı için de okuyucusu için de. “Eğitim sistemimiz” klişesine girmeyeceğim. Sanat bu görevi de, eğitimi de üstlenmek zorunda artık. Sanatın işlevleri içinde var olan her şey hortlamak zorunda. Klasik Sanat yaklaşımının zamane’ye görünümü, 5 bin yaşındaki bir vampir griliğinde. Zamanını yitirmiş, dişlediklerini kendisine mahkum eden, gündüz dolaşamayan, gece yarılarını sahiplenen, ölü ama yerinden çıkartılırsa yaşıyor gibi de olan… Gerçek sanat yaratıcılarının, yanlarındaki bireyleri dinleyerek bu vampir kostümünden kurtulmalarının zamanı artık. Önce konuşmakla başlamalı. İnsanlık, sesinin melodileri ile, hareketleri ile iletişim kurabildiğini algıladıktan sonra nasıl konuşmayı ürettiyse, yine oradan başlamalı. Tamamen mühürlenmiş duyu organlarının mesajlar iletemediği zihinlerimiz geri kaldı diye hayıflanmak ya da uzakta kalanları suçlamak yerine, nasıl konuşulacağını çözmemiz gerek. Kimse dinlemiyor, kimse konuşmuyor ama sürekli sözcük üfürüyoruz havaya, tıpkı baloncuklar yollayan küçük, içi deterjanlı su dolu tabancalar gibi. Konuşmayı yeniden keşfetmemiz gerekli. Dinlemeyi… Sanatın ve sanatçıların şimdiden sonraki ilk ödevi bu olmalı.
Nereden başlayacağımızı biliyoruz aslında. Hayal kuracağız. Bol kelimeli hayaller. Bunları paylaşabilmeyi, birileri paylaşırken dinlemeyi hatırlayacağız. Birisi konuşurken içimizden karşı sözleri hazırlamak yerine, dinlemeyi sürdüreceğiz. Duyu organlarımız açıldıkça yaşamın renkleri yeniden canlanmaya başlayacak… Sanat inatla dinlemeyi öğretecek yeniden; konuşabilmeyi, algılamayı, eyleme geçmeyi ve sevmeyi öğretecek. Haydi…