Kör gidiş, sol çıkış

Günlük gelişmelerden genel manzaraya kadar ülkenin durumunu takip eden hemen herkesin kafasında şu soru yer alıyor: Türkiye nereye gidiyor?

Kuşkusuz, bu soruya verilecek birden fazla yanıt var. Ancak bunlardan biri git gide ağırlık kazanıyor. O da dün bu sayfalarda yayınlanan röportajında Erkan Baş’ın işaret ettiği “yeni tipte bir faşizm”.

Bir yılı aşkın bir süre önce, yine bu sayfalarda dile getirdiğimiz olasılık şimdi biraz daha ete kemiğe bürünmüş, biraz daha hissedilir hale gelmiş durumda: “Erdoğan, krizi durdurmaya değil, yönetmeye, yön vermeye çalışıyor. Yani yaklaşan bir ekonomik krizden kaçmak yerine, bu krizi faşizme geçişin kapısı haline getirmeyi tasarlıyor.”

O günlerde gündemdeki ekonomik kriz ihtimallerini işaret ederek söylenenler, bugün çok daha geniş bir çerçeveye yaslanarak söylenebilir.

Türkiye, bir ülkenin siyaseti açısından öncelikli denebilecek tüm başlıklarda yıkıcı ve ertelenemez krizlerin biriktiği bir uğraktadır artık. Türkiye, AKP eliyle, her alanda batağa saplanmıştır. Dış politikada nereye yönelse duvara toslayan; ekonomide her adımda biraz daha borçlanıp bağımlılaşan; iç siyasette ülkeyi toptan imha edecek bir kutuplaşma yaratan; devleti her türlü hukuk ve temsil nosyonundan soyup bir ailenin sopasına dönüştüren; yargıyı iflasa, akademiyi çöküşe, eğitimi çukura sürükleyerek ülkenin insan kaynaklarını tarumar eden bir ülkenin yönetilmesi neredeyse imkansızdır.

İşte, bugün Saray’ın elini güçlendirmek için kullandığı, hatta süreklileştirdiği de bu imkansızlıktır.

Sermayede, dış güçlerde, müttefiklerde endişe yaratması, bu endişe sonucunda Saray’a mecburiyet doğurması beklenen, Türkiye’nin yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkması, çıkarılmasıdır: “Faşizme geçiş, sermaye düzenine, yaklaşan krizin yıkımından kurtulmanın ve Türkiye’nin yönetilebilir halde tutulmasının reçetesi olarak sunulmaktadır.”

Özetle, Saray, neresinden tutsanız elinizde kalan bir ülkenin yönetilebilmesi için tek seçenek olarak faşizmi hem fiili uygulamalarla dayatmakta, hem de bir çıkış kapısı olarak önermektedir.

Bu önerinin nasıl karşılanacağı hakkında kesin çıkarımlarda bulunmak henüz mümkün değil. Ancak, bir ihtimal olarak dahi olsa, faşizm seçeneği masadaysa, sosyalistlerin gündem ve öncelik sıralamasını faşizme karşı mücadele ekseninde belirlemesi kaçınılmaz olmalı.

***

Faşizme karşı mücadele dendiğinde, doğal olarak, akla gelen ilk model Komintern kaynaklı çözümleme ve deneyimler oluyor. Ancak, bu yaklaşımın Türkiye özgünlüğünde ve günümüzde birebir hayata geçirilmesinin yolu yok. Türkiye sosyalist hareketi, faşizme karşı mücadelede kendi çözümlemesini, araçlarını, yordamını geliştirmek zorunda. Bunun için de siyasal süreçlerin seyrini ve toplumsal dengeleri incelemek gerekiyor.

Son bir aylık tabloya baktığımızda bile, solun toplumsal zemininde kimi önemli kırılmaların yaşandığını, ülke muhalefetinde gayet ciddi kaymaların gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Bir yanıyla 2007’den, daha net olarak ise 2013’ten bu yana görece bütünleşik, tutarlı ve dayanışmacı bir karakter sergileyen cumhuriyetçi toplumsallık, özellikle Afrin Harekatı ile birlikte yaratılan algı operasyonunun sonucunda, kendi içinde çatlamaya ve ayrışmaya başlamıştır. Türkiye ilericiliğinin en güçlü damarlarından biri olan cumhuriyetçi toplumsallığın tümüyle iktidar safına geçmesini beklemek gerçekçi değildir elbette. Ancak aynı toplumsallığın içinde, hiç de yabana atılamayacak bir kesim, çeşitli gerekçelerle iktidar blokuna eklemlenmiş, şoven ve düşmanlaştırıcı propagandanın çekim alanına girmiştir.

Bunda, kuşkusuz, başta CHP olmak üzere, söz konusu toplumsallığın temsilini üstlenmiş siyasal yapıların payı başattır. CHP yönetiminin Afrin Harekatı’nı koşa koşa desteklemesi, iktidarın cumhuriyetçi toplumsallığa etki edebileceği çatlakların oluşmasına yol açmıştır.

HDP ise, bir süredir gözlendiği ve son kongre ile birlikte tespit edildiği gibi Türkiyelileşme arayışından uzaklaşmış görünmektedir. Kürt hareketinin artık bir uluslararası aktöre dönüşmüş olması inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Öte yandan, Türkiye’de uzun bir ortak tarihe ve dayanışma pratiğine sahip sosyalist hareket ile Kürt hareketinin tümüyle kopması da mümkün değildir elbette. Ancak bu başka, Türkiyelileşme başka bir şeydir. Ve Türkiyelileşme arayışından uzaklaşılması, sosyalist hareketin faşizme karşı geliştireceği mücadele çizgisinde belirgin bir iz bırakacaktır.

Velhasıl, CHP’nin ve HDP’nin kendi sağına doğru kaydığı böylesi bir tabloda, sosyalistlerin görevi daha da önem kazanmaktadır.

Cumhuriyetçi toplumsallığın kendi içinde ayrışması, sosyalistlerin cumhuriyetçilik ve ilişkili kavramlara (laiklik, bağımsızlık, yurtseverlik vb.) yaslanan siyasal propagandasında da bir ayrıştırıcı vurguyu zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, işçi ve emekçilerin çıkarlarını işaret eden, halkçı ve devrimci bir cumhuriyetçiliğin hem söylemde hem de pratikte hayata geçirilmesi, sadece teorinin gereklerine uyduğu için değil, yaşanan ayrışmayı pozitif bir örgütlenme kulvarına dönüştürmenin tek yolu olduğu için şarttır.

Halkların kardeşliğini, ortak mücadeleyi, eşit, özgür ve birlikte yaşamı savunmak, önümüzdeki dönemde de sosyalist hareket ile Kürt hareketinin buluşacağı zemin olmayı sürdürecektir elbette. Ancak artık uluslararası bir aktör olmuş ve Türkiyelileşme yerine bölgesel tercihlerin belirlenimine girmiş bir Kürt hareketiyle ilişkide mutlak dikkat ve itiraz gerektiren konu, sosyalistlerin, Kürt hareketinin uluslararası politikadaki aracına dönüştürülmesi girişimleridir.

O halde, geriye kalan seçenek belirginleşmiş olmalı: Türkiye’de işçi ve emekçileri siyaset sahnesine taşıyacak, onların tarihsel ve güncel çıkarlarını temsil edecek, ülkenin faşizme sürüklenişine bir sol çıkışla barikat örecek halkçı, devrimci bir sosyalist odağın yaratılması.