“Zira AK Parti’yle birlikte Türk demokrasisinin önünün açıldığına inanmıştık. Müreffeh, adil ve özgür bir Türkiye’ye doğru yol aldığımıza kanaat getirmiştik. Hattâ Ergenekon davasındaki hukuksuzlukları hep Cemaat’e yüklemiştik. AK Parti’ye kalsa bunların hiçbirinin olmayacağından emindik. Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Alevi Sünni hep birlikte huzur içerisinde yaşayacaktık.”
Bu sözler Amberin Zaman’ın dün Taraf’ta yayınlanan yazısından. Amberin hanım, Pınar Selek davasından girerek konuya, AKP’nin yıllar içinde biriktirdiğini iddia ettiği kazanımları yine kendi elleriyle yok ettiğini anlatıyor. “Hayallerimiz kursağımızda kaldı” diyen Amberin hanım, “Bu kavga ne zaman biter? Başkanlık sistemine geçildiğinde mi? İnanın bilmiyorum ve itiraf ediyorum: Yoruldum. Yüce Allah hepimize güç ve sabır versin. Doğru yoldan şaşırtmasın” sözleriyle noktalıyor yazısını.
Konumuz Amberin Zaman değil. Ne de Amberin hanımın neye, neden, nasıl inandığını, yıllarca beslediği umutları hangi kaynaklardan devşirdiğini, şimdi farkına vardığı gerçeklerin birkaç kat daha şiddetlisi yaşanırken neden fark etmediğini tartışacağız. Muhtemeldir ki Amberin hanım kandırıldığını anlatmaya çalışıyordur ve yine muhtemeldir ki kandırıldığına da samimiyetle inanıyordur.
Ama dedik ya, konumuz Amberin Zaman değil, Amberin hanımın satırlarına yansıyan, ama daha geniş bir topluluğun sözlerinde de ifadesini bulan serzenişleri, nedamet getirmeleri, iç dökmeleri nasıl anlayacağımız, nereye yerleştireceğimiz.
Yukarıdaki türden cümleleri okuyan herkesin aklına, o artık çok meşhur olan “kullanışlı aptallık” tanımlaması geliyordur. Öyle ya, bugün ayırdına varıldığı söylenen ve “biz zamanında bunları nasıl göremedik” yakınmalarıyla süren seanslar, esasen ayan beyan ortada olan gerçeklere ilişkindir. O yüzden, AKP’nin diktatörlüğe varan yolu hiç de gizli kapaklı bir seyir izlememişken ya da cemaatin “operasyonel” faaliyetleri kör gözüm parmağına misali ilerlerken, üstelik de birçok insan bu gidişatın aslını işaret etmek için çırpınırken, kendi “paralel evren”lerinde günlük gülistanlık bir Türkiye’yi yaşayanların şimdiki feryatları pek etkileyici olamıyor.
İşte tam da bu nedenle, “kullanışlı aptallık” tanımlaması son günlerde sık sık hatırlanır oluyor.
Ancak her ışık aydınlattığı kadar karartır da; ışığın aydınlattığına baktığımızda gördüklerimiz kadar, ışığın kendisine baktığımızda göremediklerimiz de vardır.
Bugün nedamet getirenlere ya da günah çıkaranlara bakmanın, bu türden bir körleştirici etkisi de vardır. Bir yandan, sözlerinden dökülen kifayetsizlik çarpıcı manzaralar sunarken, bir yandan sürekli o sözlere bakmak karanlık tarafı görmemizi engeller. Yani gördüklerimiz yeteri kadar çarpıcı olsa da, esas olan görmediğimiz o karanlık noktadır. Birileri kandırılmış olabilir, birileri kandırıldığını söyleyerek temize çekilmeyi bekliyor olabilir; bir yerden sonra çok önemi yok. Önemli olan, yıllara yayılan ve tüm açıklığına rağmen görülemeyen, görülemediği iddia edilen bu rezilliğe çanak tutan zihniyet dünyası, bakış açısı ya da algılayış tarzıdır.
Çünkü bugünlerde tanık olduklarımız, birilerinin kendilerini kurban ederek, nasıl da kandırıldığını anlatıp günah çıkartarak, aslında o zihniyet dünyasını, bakış açısını ya da algılayış tarzını kurtarma çabasına denk düşüyor. Daha açık bir deyişle, “kandırıldık” yakınmalarının sonucu, kendilerinden çok, belirli bir dünya görüşünü ihya etmeye, onu yeniden meşrulaştırıp muteber kılmaya yarıyor.
Bir zamanların moda deyimi “kullanışlı aptallık”, bir restorasyon çabasına yedeklenerek “kullanışlı pişmanlık” rotasına giriyor.
Çünkü yeniden kurulmaya çalışılan, esasında 30 yıldır ülke siyasetine egemen olan ve AKP ile cemaatin Türkiye’yi bir cehenneme dönüştürme sürecinde cephanelik olarak işlev gören liberal hegemonyanın ta kendisidir. Galip Yalman’ın etkili tanımlamasıyla “muhalif ama hegemonik” olan bu söylem, devlet iktidarını ve onun nimetlerini kullandığı, ülke siyasetine en tepeden müdahale edip yönlendirebildiği, bu arada başta medya olmak üzere çeşitli ideolojik aygıtlar tarafından düzenli biçimde empoze edildiği ölçüde hegemoniktir; ancak kendisini sürekli “müesses nizam”a, “devlet geleneği”ne ya da “vesayet rejimi”ne karşı olmakla tarif ettiği ölçüde de muhaliftir, muhalif gibidir. Diğer bir deyişle, kendisini sürekli muhalif olarak pazarlayan, hatta inandırıcılığını ve cazibesini bu muhalifliğinden devşiren, ancak esasında basbayağı hegemonik olan, ülke siyasetinin yönelimlerini dolaysız biçimde şekillendiren bir söylemden bahsediyoruz.
Bu söylemin nesnel zeminini, Türkiye’de 12 Eylül’ün ertesinde şiddetli biçimde hayata geçirilen neoliberal dönüşümler, retoriğini ise “ceberrut devlete karşı demokrasi mücadelesi”, “vesayete karşı özgürlük”, “darbelerle hesaplaşmak”, “toplumun değerleriyle barışmak” gibi sloganlar oluşturuyor.
Bütün bunlar olurken, siyasal ve toplumsal alan vesayete karşı, ötekileştirmeye karşı, darbelere karşı, elitistlere karşı, islamofobiye karşı, faiz lobisine karşı mücadeleye daraltırılırken, kapitalist sömürünün önündeki tüm engeller de birer birer temizlenmiş, işçi sınıfının tarihsel kazanımları tek tek geri alınmıştır.
İşte bugün pişmanlık belirtenlerin, yıllardır göremediklerini söyledikleri gerçekleri bir türlü görememelerinin ardında yatan da, neoliberal ideolojinin bu körleştirici sistematiğidir. Sermaye düzeninin maaşlı personellerini bir kenara bırakırsak, gerçekten kandırılmış olduklarını düşünenler, tanımlamada ifade edildiği gibi, aptal oldukları için değil, neoliberal söylemin tutsağı oldukları için kanmışlardır.
Gençler sokaklarda öldürülürken, işçiler madenlere diri diri gömülürken, ağaçlar biner biner sökülürken dişe dokunur tek bir söz bulamayıp, en fazla vicdan tellerini titreten nağmeler çıkarabilmeleri de bundandır.
Tam da bu nedenle, şimdi kalkıp da “biz kandırıldık” demelerinin magazinel olmaktan öteye geçen bir değeri yoktur. Körleştiren, tutsaklaştıran, “aptal”laştıran zihniyet dünyasını, bakış açısını ya da algılayış tarzını sorgulamayan her pişmanlık beyanı, en fazla bir jest, bir mimik olmaya, hatta komik olmaya mahkumdur.
Ve bu pişmanlığı kullanışlı kılan da budur.
Çünkü bu sayede, Türkiye halkına çektirilen eziyetin sorumluluğu bireyselleştirilirken, gerçek suçlu gizlenebilmektedir.
Kandırılanlar kandırıldıklarını söyleyerek kendilerini kurban ederken, vahşi sömürü düzenini ve sermayenin piyasa tanrısını yüceltmektedir.
Amberin hanım ve benzerleri, kendi körlüğünü, tutsaklığını ya da “aptal”lığını ifşa ederken, bir “metodoloji”yi temize çıkarmakta, üstelik de toplum nezdinde inandırıcılığı en aza inmişken onu aklamakta, meşrulaştırmaktadır.
“Kullanışlı pişmanlık”, tam da bu noktada ve bu anlamda bir tuzaktır, tuzağa dönüşmektedir.
Dedik ya, ışık aydınlattığı kadar karartır da diye; o halde bakışı daha derine, ışığın berisine, karanlıkta gizlenen o gölgeye dikmek lazım.