Türkiye’nin son 15 yılı, hangi açıdan bakarsanız bakın, bir yandan da muazzam bir ‘kültür’ şoku olarak yaşandı. Tanık olduklarımızın yaygınlığına ve arsızlığına bakılırsa, önümüzdeki yıllarda da bu şokun devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
‘Kültür’ kavramına terminolojik bir niyetle değil de gündelik dilin anlatım kolaylığına sığınmak için başvurduğumuzu belirtelim. Bu açıdan, simgeleriyle, ürünleriyle, eylemleriyle, tavırlarıyla, temsilleriyle, kısacası ‘kültür’üyle AKP döneminin gerçek bir şok etkisine sahip olduğu açık.
Uzun saptamalara gerek yok, her gün sokağa çıktığımızda ya da sosyal medya mecralarına göz attığımızda şaşırtıcı bir hız ve sıklıkla karşılaşıyoruz bunların örnekleriyle. Üstelik, sadece ve münhasıran eğitim ve kültürel gelişim imkanları ellerinden alınmış yoksul emekçi halkın değil, basbayağı bir iktidar blokunun, yerel parti yöneticisinden başbakanına, memurundan valisine kadar koca bir iktidar gövdesinin söz konusu ‘kültür’süzlüğün timsali haline geldiğini görüyoruz.
Cehalet, yobazlık, eğitimsizlik, kültürsüzlük; hepsi ve benzerleri bu tür örnekler karşısında başvurduğumuz lügatin içinde. Bunlar tümüyle yanlış da değil zaten; evet, cehaletse dik alasını yaşıyoruz, kültürsüzlükse çıtayı arşa çekmelerine tanık oluyoruz. Öte yandan, cehalete, kültürsüzlüğe vurgu yapan dilimizin ıskaladığı bir şeyler olması ihtimali de göz ardı edilmemeli. Elitizmin, halk düşmanlığının, sinizmin sızdığı delik de büyük ölçüde bu ıskalama anlarında ortaya çıkıyor zaten.
Yani ortada iki kulvarlı bir durum var gibi: Bir yandan tanık olduğumuz cehaletin ve kültürsüzlüğün eleştirisini yapacağız (hatta inceden dalgasını da geçeceğiz tabi); öte yandan bunu yaparken konunun cehaletten ve kültürsüzlükten ibaret olmadığını, cehalet ve kültürsüzlüğün kaynakları olduğunu, örnek olsun ‘çomar’lığın doğuştan gelen bir genetik özellik değil de toplumsal/siyasal koşullarca belirlenmiş/kuşatılmış bir yetişme sürecinin sonucu olduğunu görmeye/göstermeye çalışacağız.
Nasıl? ‘Kültür’ü bir eğitim, görgü, terbiye sorunu olmaktan çıkarıp, toplumsal/siyasal bütünlüğe oturtarak, bu bütünlüğün gereklerini, tercihlerini, dayatmalarını dikkate alarak.
Türkiye Komünist Partisi’nin Haziran 2017 Merkez Komite Tezleri, bu tür bir yaklaşımın karşılığı olarak “sosyal gelişmesizlik” kavramını öneriyor.
Buna göre “sosyal gelişmesizlik”, özellikle neo-liberal birikim biçiminin başlıca toplumsal sonuçlarından biri olarak tespit edilebilir. Neo-liberal politikaların dünya çapındaki egemenliği ile birlikte, devletin neredeyse tüm kamusal işlevlerinin ortadan kalktığına ve en temel insan ve yurttaş haklarının kullanımının bile bir ayrıcalığa dönüştüğüne tanık oluyoruz. Bunlar arasında son derece yaşamsal politik haklar olduğu gibi, esasında insani gelişimin ve aydınlanmanın öncelikli araçları olan eğitim, kültür, kentsel deneyim vb. alanlar da bulunuyor. Sonuçta, neo-liberal birikim biçimi ile birlikte, insanın hem bir birey hem de yurttaş olarak gelişimi ve aydınlanması tümüyle piyasa mekanizmalarına terk ediliyor. Diğer bir deyişle, ‘kültür’, ancak parası, imkanı, erişimi olan ayrıcalıklı bir tabaka için gerçeklik ve anlam taşır hale geliyor.
Sonuçta, eğitimden sanata, kentsel yaşamdan mimariye kadar son derece geniş bir toplumsal ilişkiler ağı gerici/dinci iktidarın ve palazlandırılmış ‘sivil’ grupların inisiyatifine teslim ediliyor ve tüm doku hızla çürüyüp yozlaşıyor.
Ancak konuya salt çürüme, yozlaşma gibi merceklerden bakmanın çeşitli sorunlara yataklık etmesi kaçınılmaz. “Sosyal gelişmesizlik” kavramıyla önerilen yaklaşım, bunun bir adım daha ötesine geçmeyi gerektiriyor. Zira karşı karşıya olduğumuz tabloda, zevksizlik veyahut kültürsüzlükten öte, toplumun geniş kesimlerinin temel haklar düzlemindeki sosyal kapasitesinin kısıtlanması, insani gelişme imkanlarının yurttaşların elinden alınması dikkat çekmelidir.
Bu anlamıyla, sorunun kaynağına doğru yol alırken, ağır ve sarsıcı bir yoksulluk ile onun hemen yanı başına ilişmiş bir yoksunluğun göze çarptığını söyleyebiliriz. Üstelik, bu yoksunluk, emekçi sınıfların farklı katmanlarını bir araya getirebilecek ortak mücadele başlıklarına ve taleplerine de işaret ediyor. Daha açık bir deyişle, konuyu “sosyal gelişmesizlik” ve yoksunlaşma bağlamında anlamaya başladığımız andan itibaren, sorun ‘çomar’ların sorunu olmaktan çıkıp insani ve sosyal kapasitesi kısıtlanan, kentsel, kültürel deneyimlerinden uzaklaştırılan, aydınlanma ve özgürleşme süreçleri baltalanan bizlerin de sorununa dönüşüyor.
Elbette, kabaca AKP toplumsallığı olarak andığımız kesimlerde bu yoksullaşma ve yoksunlaşmanın algılanış, yansıtılış, aktarılış tarzları ile diğer kesimlerinki (bizlerinki) aynı değil. Ancak bu farklılıkların, “sosyal gelişmesizlik” sorununun ortaklığını gizlemesine de izin vermemek gerekiyor.
Çünkü ‘kültür’ sorunu, sadece dalgasını geçmek için değil, aynı zamanda ortadan kaldırılmak için de gündemimizde. Dolayısıyla, bu yoksunlaşmanın farklı muhataplarını kesecek, bu kesimleri temel insani ve sosyal gelişim hakları için mücadele ekseninde bitiştirecek stratejilere ihtiyaç varsa, “sosyal gelişmesizlik” perspektifinin hayli işe yarar olduğu açık.
Buradaki vurgu, ‘kültür’ sorununu bir bütünlüklü mücadele (neo-liberal sömürüye, yoksulluğa, yoksunluğa, dinci gericiliğe, faşizme karşı mücadele) başlığına dönüştürmenin çağrısı anlamına geliyor.
Peki, şu malum kepazeliklerin dalgasını geçmeyelim mi hiç?
Geçelim tabi, geçiyoruz ve geçeceğiz de. Bu türden etik buyruklara duyulan bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor yukarıda söylenenler. Üstelik mizahın, ironinin, kafa bulmanın ne kadar bulaşıcı olduğunu bizzat Gezi’de deneyimlemiş durumdayız. Öte yandan, bu karanlığı yıkmak için yan yana gelmesi gereken milyonların tek tutkalının ‘dalgacılık’ olmadığını ise söylemeye gerek yok.
Tutkal ararken, yukarıdaki tartışmaya odaklanmak fena fikir olmasa gerek.