Bir: 7 Haziran seçimleri sonrasında içine girdiğimiz süreç, AKP denetiminde işletilen provokasyon planları ve bilhassa son birkaç haftadır yaşananlar... Kürt halkı ile devlet arasındaki mücadelenin yeni bir boyuta geçtiğini açıkça gösteriyor. Geçmişte iki taraf arasında yaşananlar dikkate alınarak şimdiki çatışmalı ortama benzer kimi modeller oluşturulabilir. Bununla birlikte, her bir deneyimin Kürt siyasallaşması özelinde yeni bir eşiğin aşılması ve devlet (AKP) nezdinde kriz (gerileme) veya tersine “iktidar pekiştirmesi” sayılabilecek sonuçlar yarattığı görülmüştür. Bu açıdan bu savaş kapsamında da yeni bir durumun ve yeni sonuçların ortaya çıkacağı söylenebilir.
İki: Yaşanan sürecin doğru ele alınması ve tahlil edilmesi mühimdir ancak bir gerçeği başa yazmak, tüm öngörülerin önüne koymak devrimci komünist kimliğimizin hakkı ve gereğidir.
O da şudur:
Bırakalım yüz yıllık bir tarih kesitini, son bir ayı değerlendirdiğimizde dahi Varto'da, Silvan'da, Silopi'de, Sur'da, Cizre'de yahut İstanbul'da halka, Kürt yoksullarına yaşatılanlar... polisin ve iktidarın saldırganlığı ve sahtekarlığı, vicdanını ve aklını yitirmemiş her bir kişinin devletin karşısında durmasını, haksızlığa uğrayanla dayanışma ve mücadele birliği içinde olmasını gerektirir.
“Amasız ve fakatsız” olan budur. Bunun dışında herhangi bir politik öznenin söylemi, eylemi eğer savaşı, düşmanlığı ve halkın çilesini büyütüyorsa eleştiriye, mesafeye ve kavgaya muhtaçtır. Bize göre öyledir...
Türkiye sol hareketinin kimi parçalarının, o ya da bu nedenle (ki haklı nedenler vardır) Kürt siyasal hareketiyle politik mesafe tayin etmesi, sonuç verici olması beklenen bir tartışmanın konusudur. Öte yandan bu mesafenin, Kürt emekçilerin (de) hakları bahis konusu olduğunda politikasızlığa, boşvermişliğe yahut düşmanlığa dönüşmesi Türkiye devriminin çıkarları göz önüne alındığında mücadele edilmesi gereken bir sorundur.
Üç: Yaşanan birçok örneğin, devletin insan haklarını hiçe sayarak Kürt siyasallaşmasını faşizan uygulamalarla çözmeye ve uslandırmaya çalıştığı 1990'lı yılları hatırlatmasına rağmen, bugün ve geçmiş arasındaki “farklar” daha fazla politik değer taşımaktadır. Başka bir ifadeyle söylersek, bugün Türkiye Kürdistanı'nın birçok noktasında yaşanan çatışmalı durumun niteliğini kavramak için benzerliklerden çok ayrımların farkında olmak gerekir ve bu söylenen doğru siyasi öngörü oluşturma kaygısı taşıyan bir politik özne açısından yeterince önem taşımaktadır.
Dört: Geçmiş ve bugün arasındaki farkların en belirgin olanları şunlardır;
- Kürt siyasallaşması bugün bölgesel bir nitelik ve uluslarası prestij kazanmıştır. Buna bağlı olarak, Kürt siyasal hareketinin herhangi bir taraflaşmada marjinal yahut küçük bir özne (örgüt) olarak kabul görme durumu ortadan kalkmıştır. Kürtlerin bölgesel temsiliyetini elde etmek noktasında önemli ilerleme gösteren PKK-PYD hareketi, Türkiye ve bölge siyasetinde örneğin Barzani veya Bağdat hükümeti kadar dikkate alınması gereken bir toplumsal ağırlığa ve askeri güce ulaşmıştır. Bu saptama, bugün yaşanan savaşta PKK'nin aldığı pozisyonu belirleyen önemli parametrelerden biri olarak görülmelidir.
- Devletin baskı biçimlerinin, 90'lı yıllardakine benzer yanlar taşıdığı doğrudur. Fakat bu defa asal amaç, Kürtleri asimile etmek, varlığını reddetmek veya salt zorbalıktan öte, bir öznenin (AKP) bir başka özneyi (PKK) tanıyarak siyasal üstünlüğünü kabul ettirme ve kendisine bağımlı hale getirme arayışıdır.
- Kürt coğrafyasında devlet hukuku bitmiş, yeni bir yetke kendisini yerleştirmeye başlamıştır. Söylediğimiz, doksanlı yıllarda devletin otoritesinden çekinerek “tedbirli” mücadele yolları arayan Kürtlerin; şimdi açıkça devletin tüm sultasını reddederek savaşa girmesi ve “Kürdi otorite”yi dayatmasıdır.
Şunu da söyleyebiliriz, örneğin bugün Cizre'de yaşananlar Cizre'ye özgü değildir. Devlet Kürtlere karşı siyasal-askeri üstünlüğünü tesis etmek gayesiyle, benzer tüm örneklere şiddetle saldıracaktır. Bu açıdan söz konusu olan, yerelde yürüyen bir “velayet savaşı”dır.
- Savaşın silahlı güçleri belli ölçülerde farklılaşmıştır. Kürt kentlerinin sokaklarında savaşanların önemli bir kısmı ciddi bir gerilla eğitimi dahi almamış milis güçlerden ibarettir. Sivil hayatın bir parçası olan bu milisler halkın fiziki desteğini almakta ve savaş, gerilla-devlet çatışmasını aşarak halk ve devletin silahlı mücadelesine dönüşmektedir. Çatışmaların kırsalda değil kent merkezlerinde yoğunlaşması sivil kayıpların sayısını artırmakta, bu durum halkın bir bütün olarak savaşta taraf olmasının koşullarını güçlendirmektedir.
Beş: Savaşın AKP ve Tayyip Erdoğan tarafından başlatılıp büyütülmek istendiği açıktır. AKP açısından savaşın tercih edilmesinin güncel ve belirgin nedeni tek başına iktidarının koşullarını yaratmaktır. Birçok defa yazıldı; 7 Haziran seçimleriyle AKP'nin tekçi siyaset anlayışı ve iktidar gücü darbe yemiştir. Buna rağmen hem emperyalist güç odakları hem de Türkiye sermaye sınıfı tarafından bir alternatif yaratılamamış ve AKP bu boşluğu devlet otoritesini ve kriz yaratma gücünü devreye sokarak doldurmaya çalışmıştır. Erdoğan'ın kişisel hırs ve arayışlarının söz konusu tablonun oluşmasında mutlak bir etkisi olmakla birlikte, AKP kadrolarının neredeyse tamamının 7 Haziran'dan hemen sonra “istikrarsızlık konsepti”ne ikna olması, kaotik ortamın büyümesine hizmet etmesi, Abdullah Gül tipi “seçenek”lerin geri plana itilmesi gibi örnekler de AKP-Saray bütünlüğünün sağlandığını göstermektedir. Dolayısıyla bugün siyasal mücadelenin merkezine Saray'ı yerleştirmek bizatihi AKP'ye ve rejime karşı mücadele etmek anlamına gelmektedir.
Altı: AKP'nin savaş gerekçesinin bir diğer yanı, bölgesel siyasette iddiasını sürdürmek istemesiyle açıklanabilir. Emperyalizmin bölgeye dönük müdahalesi geçtiğimiz iki yıl içinde bir çıkmaza girmiş, ABD ve diğer emperyalist güçlerin ihtiyaç duyduğu reorganizasyon sağlanamamış ve bölgedeki kriz aşılamamıştır. Üstelik emperyalistler açısından Türkiye'yi de kapsayan bir planlamanın tamamlandığına dair henüz yeterli veri yoktur. AKP açısından bu geçiş döneminde; bölgedeki iddiasını sürdürebilmek ve emperyalizmle bir yeni tabiiyet ve ortaklık ilişkisi kurabilmek için hem Türkiye'de ve hem de Kürt özneler üzerinde üstünlük sağlamak mutlaka gereklidir.
Dolayısıyla savaş, esas olarak PKK ve AKP arasında bir üstünlük sağlama mücadelesi olması özelliğiyle rengini belirginleştirmektedir. Emperyalizmin müdahalesiyle veya değil, tarafların (birinci olasılık olan) yeni bir anlaşma zemini oluşturamadığı durumda Türkiye uzun sürecek çatışmalı bir ortamla, hatta bölünme, askeri darbe gibi olasılıklarla karşı karşıya kalabilir.
AKP'nin üstünlük sağlaması ise bir “Saray darbesi” anlamına gelecek, Türkiye baskı, savaş ve gericileşmenin gündemden düşmeyeceği bir döneme girecektir.
Yedi: PKK ve HDP arasında sürece yaklaşım açısından belirgin tutum farklarının olduğu doğrudur. HDP'nin 7 Haziran sonuçları itibariyle elde ettiği “Türkiyelileşme” olanağı, PKK'nin bölgesel iddialarını sürdürebilmek için “Kürdistani” çizgiyi öne çıkarması ile çelişki barındırmaktadır.
Tezatlık şöyle özetlenebilir; PKK, kendisine saldıran AKP'ye karşı geri çekilen (sinik) bir hatta yerleşirse, bölgede elde ettiği siyasal ağırlık da zaafa uğrayacak ve AKP üstün (belirleyen) özne konumuna yerleşecektir. Bu nedenle PKK, savaşı tercih etmek durumunda kalmıştır ve bu tavrını şartlar aynı kaldığı sürece devam ettirmesi beklenmelidir.
HDP açısından ise, Türkiye'nin muhalefet boşluğunu doldurma ve AKP'nin mutlak iktidarının koşullarını ortadan kaldırma fırsatının gözetilmesi ve bu nedenle Türkiye'nin batısından gelen oyların korunması siyasal açıdan tutarlı ve öncelikli olandır. Bu önceliğin gerçekleşmesinin en uygun koşulları çatışmasız bir ortamda yapılacak seçimler ve politik becerilerin öne çıkarıldığı biçimde oluşabilir.
PKK'nin, Dağlıca örneğinde olduğu gibi savaşı büyüten aktif bir özne haline gelmesi ise, Türk-Kürt çatışmasını körükleyecek kimi fırsatları düzene sunmaktadır. Sonuçta hangi öznenin neyi hedeflediğinden bağımsız olarak, yaratılan iç savaş ortamı Türkiye'nin bütünlüğü açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Sekiz: PKK'nin savaştan belirli bir meşruiyet ve üstünlük sağlayarak çıktığı tablo, Türkiye'de ve Suriye'de “özerklik” veya “öz yönetim” başlıklarının etkili biçimde tartışılmaya başladığı bir döneme yol açacaktır. Böyle bir dönemde AKP'nin şimdiki haliyle devam etmesi söz konusu olamaz. İktidarda olsa dahi bölgedeki aktörler üzerinde mutlak bir üstünlük sağlayamayacak ve emperyalizmin planlarına zayıf bir unsur olarak dahil olmak zorunda kalacaktır.
Dokuz: Sosyalistler açısından durumu açıklıkla analiz edip ortaya koymak kuşkusuz gereklidir. Lakin bu durum kenara çekilmenin ve iki tarafa da salvolarda bulunup yaşananlara kayıtsız kalma apolitizminin bahanesi haline getirilemez.
Dönem sosyalist siyasetin inisiyatif edinmesini zorunlu kılmaktadır.
Türkiye bir ateşin içinde yanmakta, Kürtler ve Türkler arasındaki bağlar koparılmaya çalışılmakta ve milliyetçilik körüklenmektedir. Bu söylenenlerin başarıldığı bir siyasal tablo, sol-sosyalist hareket açısından da durgunluk ve başarısızlık anlamına gelecektir.
Bu nedenlerle sosyalist siyasette bugün;
- Kürtlerin yasal alanda siyaset yapma hakkı tereddütsüz savunulmalı ve HDP'yi siyaset alanının dışına itmeye ve Kürtleri şiddete mahkum etmeye dönük AKP politikalarına karşı durulmalıdır.
- Türkiye ve bölgeye dönük iddia sahibi iki silahlı gücün çatışması, devletin kışkırtmaları nedeniyle kentlere taşınmak istenmekte ve bir Türk-Kürt savaşına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Silahların susturulması ve barış talebi bugün esasında Türkiye'nin ve emekçilerin birliğinin savunulmasıyla bir ve aynıdır. Barış, birlik ve kardeşlik ekseni tam da bu nedenle güncel devrimci politik tutum olarak örgütlenmelidir.
- İçinden geçtiğimiz süreçte; AKP gericiliğinin yenilmesi ve Türkiye emekçi sınıflarının ortak mücadelesi öne çıkarılmalı ve bu ilkeler ışığında önümüzdeki seçimler, AKP karşıtı ilerici-sol güçlerin birlikte müdahale etmesi gereken bir başlık olarak değerlendirilmelidir...