AKP iktidarının toplumsal ve siyasal dayanakları sıralandığında, liste bir biçimde 12 Eylül’e ve onun yarattığı dönüşümlere gelip dayanır. Gerçekten de 12 Eylül, Türkiye’de egemenliğini sürdürme konusunda ciddi sıkıntılarla boğuşan, aynı anda da dünya çapındaki sermaye birikim biçimi değişikliğine ayak uydurmak zorunda olan sermaye sınıfının rüyalarını gerçeğe dönüştürmüştür.
Cuntanın ardından patron örgütü TİSK Başkanı Halit Narin’in “şimdi gülme sırası bizde” sözleri, 12 Eylül’ün attığı daha ilk adımların bile sermaye sınıfına uzun zamandır ilk kez derin bir nefes aldırdığını gösteriyordu. Ancak ne 12 Eylül darbesinin ne de sermaye sınıfının projeksiyonu bununla sınırlıydı. Cuntanın Türkiye’de kendisinden sonraki 20-30 yılı adım adım planlamış olduğunu söylemiyoruz elbette. Ancak 12 Eylül'le birlikte girilen yol, hızla kendi mantığını dayatacak, bu mantığın sonuçlarına erdirilmesi için basınç oluşturacaktı.
Bu mantığın üç ayak üzerinde yükseldiğini saptayabiliriz. Bunlardan birincisi, sermayenin kâr arayışının önündeki tüm (siyasal, hukuksal, ekonomik, ideolojik, kültürel vb.) engellerin kaldırılması; ikincisi, başta parlamenter sistem olmak üzere idari mekanizmaların yürütme lehine (yürütmenin denetimsizliği ve hızlanması yönünde) yeniden yapılandırılması; üçüncüsü ise, toplumun İslamcılık ve milliyetçilik karışımı gerici zihniyetin tasallutu altına sokulmasıdır.
O yılları yaşayanlar, başkanlık sistemi lafının AKP'den yıllar önce Özal tarafından gündeme getirildiğini ya da Çiller'in özelleştirme sevdasıyla Türkiye'yi ''son sosyalist devlet'' olarak tanımladığını hatırlayacaktır. Sonuçta, Özal’ın yapamadığını yapmak da Çiller'in satamadığını satmak da AKP'ye nasip olmuştur.
12 Eylül ertesinde Türkiye siyasetinde bir türlü ve tamamıyla hayata geçirilemeyen dönüşüm budur. Ve bu dönüşümün, bir bütün olarak ele alındığında, adı ve kavramı neoliberalizmdir. Diğer bir deyişle, 12 Eylül ve ertesindeki düzenlemelerle Türkiye sermaye sınıfı neoliberal birikim biçimine geçişi denemiş, ancak AKP'ye kadar bu yolda kat ettiği mesafe tatmin edici olmamıştır. İşte 2002'de başlayan iktidarında AKP'nin sermayeye verdiği taahhüt bu dönüşümün sağlanması hakkındadır. Ancak bir şartla: Türkiye'de cumhuriyet rejiminin ve halkın ilerici kazanımlarının tümüyle ortadan kaldırılması.
Şöyle de söylenebilir: AKP, sermaye sınıfına, arzu ettiği dönüşümleri gerçekleştirmek için Türkiye'de birikmiş ve kökleşmiş haldeki ilerici kazanımların ve değerlerin imha edilmesi gerektiğini, cumhuriyetin neoliberal dönüşüme ayak bağı olduğunu, sermayenin egemenliğini sürdürmek için artık bir cumhuriyete ihtiyacı kalmamasının ötesinde, cumhuriyetten kurtulmasının gerekli olduğunu göstermiştir.
Bu teklif, AKP'nin ideolojik ve siyasal kökleriyle de son derece uyumludur ve oradan beslenmektedir elbette. Ancak, konunun sadece teklif sahibini bağlamadığı, sermayenin de bu teklife aşk ile kucak açtığı, Türkiye'nin son 20 yılını karartan çürümenin bu ortaklığın eseri olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Nitekim, AKP ile sermaye ittifakının Türkiye'yi sürüklediği nokta, bir karşı-devrim uğrağıdır. Saray Rejimi'nin ideolojik damgasının koyuluğu bir yanılgıya yol açmamalıdır: Karşı-devrim, sermaye sınıfının programıdır.
***
Parlamenter sistemin ve güçler ayrılığı ilkesinin tasfiyesi; yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması; insan haklarının, basın, örgütlenme ve propaganda özgürlüğünün yok edilmesi; halk iradesinin ve temsilin geçersizleşmesi; toplumsal yaşamın ve kamu politikalarının dinsel kuralların boyunduruğu altına sokulması; her tür muhalefetin ve itirazın orantısız devlet şiddeti ile cezalandırılması...
Bu liste daha da uzatılabilir, ancak tanık olduğumuz karşı-devrimin kapsamını görmek açısından bu kadarı bile yeterli.
Türkiye'de sermaye sınıfının her daim peşinde koştuğu hedef, ülkedeki kriz dinamiklerini kontrol altına almak olmuştur. Uzun tarihi boyunca, Türkiye sermaye sınıfının tadını kaçıran kriz dinamiklerinin başında ise ülkenin ilerici ve sol birikimi, bunun halk içinde sahip olduğu kökler ve bağlar gelmektedir. Bu ilerici damarın Türkiye’deki etkinliğinin ve gücünün (kökü ya da tümü değil, ama) bir kısmı, Cumhuriyet rejiminin yatağından beslenmiştir üstelik. Dolayısıyla, sermaye sınıfının ilerici ve sol birikimi yok etmek için Cumhuriyet rejimine de saldırmasının tarihsel bir mantığı vardır.
Her mantığın bir “beden”e ihtiyaç duyduğu biliniyor. Türkiye söz konusu olduğunda, bu, sermaye sınıfından, gerici/sağcı gelenekten ve emperyalizmden mürekkep bir beden olarak cisimleşmiştir. Ve ele aldığımız 20 yıllık kesit, bu bedenin en uyumlu çalıştığı (üstelik, sonuç da aldığı) dönem olmuştur.
Türkiye kapitalizminin “kutsal aile”si olarak adlandırabileceğimiz bu buluşmanın daha önce eşine rastlanmadık bir sinerji yaratabildiğini inkar etmek mümkün değil. Dünya emperyalist sisteminin kâr ve pazar arayışı bağlamında değerlendirilmesi gereken bölgesel stratejileri ve operasyonları, Türkiye nezdinde en ateşli ve istekli ortağını bulmuş durumdaydı. AKP iktidarında cisimleşen bu ortağın elinin güçlendirilmesi, siyasal egemenliğinin sürdürülmesi, ayak bağı olacak unsurların tasfiyesinde rahatlatılması için emperyalizmin “verdikçe verdiği” de biliniyor. Tüm bunlarla paralel olarak, sermaye sınıfının servetine servet kattığına, birikim ölçeğini Türkiye sınırlarının ötesine taşımak imkanına kavuştuğuna, bu fırsatın arzusuyla AKP iktidarının önünde yerlere yattığına da tanık olduk defalarca.
Süreç içinde ve gelinen noktada yaşanan sürtüşmeler, zaman zaman yükselen tansiyon ve karşılıklı tehditler, tablonun bütününü değiştirmiyor. Tanık olduğumuz karşı-devrim ne sadece AKP’nin özel ajandasıyla açıklanabilir ne de iktidarı ele geçirmiş bir kişinin ihtiraslarıyla. 20 yıllık pratik, bu “kutsal aile”nin ülkemizi adım adım taşıdığı, geri dönüşü çok zor bir eşiktir.
Bu yüzden, her ne için yapılacak olursa olsun muhalefetin zerre kadar anlam taşıması için, en başta, bu bedenin ve niyetin ifşası, emperyalizm, sermaye ve gericilikten mürekkep bu ailenin teşhiri gelmelidir.
Bu teşhirin sadece göstermekten ötesini yapması gerektiği ise açıktır. Fecaati göstermenin ötesinde yeniyi kuracak, inşa edecek, ona bir mantık ve beden verecek, deyim yerindeyse buhar olanları katılaştıracak bir mücadele kurgusunun yaratılmasıdır kaçınılmaz olan.
Buharlaşanı katılaştıracak olan ecza ise, halkçı ve eşitlikçi bir yeni cumhuriyet fikrini somut mücadele kulvarı haline getirecek ve buna uygun kapsayıcı örgütlülük modelini geliştirecek olan programdır.