Kuvveden fiile siyaset

Savrulunan bu uzak noktada, iyi, duyarlı, üretken ya da fedakar insanlar olunabilir, ama Marksist olmak için toplumla kurulan ilişkiyi nesnelleştirmeyi, maddi bir varoluşa dönüştürmeyi hedefleyen mücadele pratiği bir koşuldur.

Hem çağımızın hem ülkemizin yakıcı gerçekleri karşısında siyasetle ilgilenmek, hatta dolaylı ya da dolaysız yollarla siyaset “yapmak” tüm yurttaşlar için kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Meşhur deyişteki gibi, biz siyasetle ilgilenmesek bile siyaset bizle (hayatlarımızla, tercihlerimizle, geleceğimizle) fazlasıyla ilgileniyor çünkü.

Kuşkusuz, siyasetle zorunluluk gereği ilgilenmeyenler, daha doğrusu bir başka zorunluluk gereği ilgilenenler de bulunuyor. Sosyalistler, devrimciler böyleleri. Onları siyasete bağlayan zorunluluğun ise “manzara-i umumiyenin feciliği”nden başka kaynakları var. Hem bir yöntem, hem kuram hem de dünya görüşü olarak Marksizmin ilkeleri bu zorunluluğu oluşturuyor.

Marksist düşünce içinde siyasetin tayin edici bir role sahip olduğu açık. Hatta daha ileri giderek, siyasetin, marksizmin tek gerçekleşme biçimi olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak siyasetin ne olduğu, siyaset yapmanın nasıl bir fiil olduğu konularında yeteri kadar açıklık bulunduğunu (ya da mevcut açıklığın korunduğunu) söylemek pek mümkün değil. Genel kanı, Marksistlerin siyasete ilgisinin arkasında belirgin bir etik duruşun yattığı yönünde. Buna göre, Marksistler siyasetle ilgilenirler, çünkü bazı insanlar gerçek yaşamda gerçek zorluklarla uğraşırken, sadece düşünmek ve çözümlemekle yetinen bir faaliyetin etik olarak sorunlu olduğunu düşünürler. O halde, Marksistler, tuzu kuruluktan, müşkülpesentlikten ya da sırça köşklerde oturmaktan kaçınmak için siyasetle ilgilenirler denilebilir.

İlk bakışta anlamlı gelse de bu yanıt esasen yanlıştır. Yanlış olan Marksizmin bir etik duruşa sahip olduğu değildir. Marksizm, çok derin, hatta hala açığa çıkarılmayı bekleyen bir etik düşüncesine sahiptir. Ancak Marksistlerin siyasete ilgileri böylesi bir etik konumdan kaynaklanmaz. Marksizmin siyasetle ilişkisi, “elini taşın altına koymak” gibi etik bir buyruktan gelmez; o, kuramsal niteliği gereği siyasal eylemi dayatır. Bu dayatmanın kökleri ise, etikten önce, felsefede ve tarihte, epistemolojide ve ontolojidedir.

Bu nedenle, Marksistler açısından siyasetle ilgilenmek ya da meşgul olmak (hatta siyaseti sevmek) hedefi bulan tanımlar değildir; Marksistler siyaseti icra ederler, somut bir toplumsal pratik olarak hayata geçirirler, kısacası siyaset “yaparlar”.

Ancak burada yanıtlanması gereken bir soru var. Siyaset nedir?

Horkheimer’ın Akıl Tutulması kitabı, “akıl nedir” sorusuyla başlar. Herkesin kolaylıkla cevap verebileceğini varsaydığımız soru, aslında son derece derin felsefi soruşturmalara götürmektedir bizi. Nihayetinde gündelik yaşamın dilinde akıl olarak adlandırdığımız bir çok şeyin, örneğin zeka ya da bilgi gibi farklı kategorileri ifade ettiğini ya da fayda ve çıkar gibi dışsal biçimleri tarif ettiğini fark ederiz. Akıl ise, bütün bunları kendi içerisinde toplayan, ama kendine özgü bir varoluşu olan farklı bir şeydir.

Benzer bir durum siyaset için de geçerlidir. Siyaset söz konusu olduğunda da ilk akla gelen tanımlar ya da tarifler esasında söz konusu pratiğin belirli uğraklarını ya da görünümlerini ifade ederken, siyaset eyleminin özsel varoluşu, ayırt edici karakteri gözden kaçar.

İşte bu varoluşu saptayabilmek için, başlarda belirttiğimiz gibi, Marksizm ile siyaset arasındaki ilişki felsefi ve tarihsel kaynaklarıyla, epistemolojik ve ontolojik boyutlarıyla kavranmalıdır. Bu türden bir kavrayışın doğal sonucu ise, siyasetin, esasta ve özsel olarak toplumsal dinamiklere temas etmekle, onlarla etkileşime geçip yönlendirmekle, kimi dinamikleri güçlendirip kimilerini zayıflatmakla ilgili olduğunun bilince çıkarılması olacaktır.

Dolayısıyla, Marksistlerin siyaset “yapıyor” oluşu, bütünüyle içerisinde yaşadıkları toplumun dinamiklerine müdahale etme çabasından kaynaklanmaktadır. Çünkü gerçekte toplum, basitçe bir kavram ya da kategori değil, maddi, somut ve hareketli bir varlık biçimidir. Toplumsal yaşam, düşüncede kavranmasına karşın, bir düşünce içeriği değil materyal bir gerçekliktir. O halde, toplumsal dinamikler dediğimizde de aynı derecede maddi, somut ve hareketli gerçeklikleri kastediyoruz demektir.

Örneğin, bir gazeteci, iyi bir Marksistten daha fazla siyasetle “ilgileniyor”; bir araştırmacı siyaseti birçok Marksistten daha derinlemesine “inceliyor” olabilir. Ancak siyasetten anlaşılan, kuşkusuz Marksistler için, en başta toplumsal yaşamın bu maddi gerçekliğine, gerçek dünyanın katı çekirdeğine dokunabilmek, onunla ilişki tesis edebilmek, nihayetinde onu dönüştürebilmektir. Marksizmin, Marksistleri sürekli maddi dünyaya, toplumsal yaşama, geniş kitlelerin, gerçek insanların arasına itmesinin nedeni de budur aslında.

Çünkü siyaset, salt zihinsel bir işlem, bir tür tefekkür ya da düşüncelerle topluma seslenmek değildir. Dahası, siyaset, (kimilerinin yatıp kalkıp yaptığı gibi) süreklileşmiş bir kimlik beyanı, ilkeler ve kanaatler deklarasyonu, tanıtım ya da lansman faaliyeti falan da değildir. Bunların her birinin siyaset pratiği içerisinde bir yeri ve rolü vardır elbette; ancak tanımın esası ve özü bunlara değil, toplum yaşamının maddi karakterine ve toplumsal dinamiklerin gerçek varoluşuna müdahaleye dayanır. Zaten, düşünce ya da tefekkür de ancak bu dolaysız etkileşim sayesinde söz konusu olabilir; çünkü Marksizm açısından pratik olarak deneyimlenmeyen koşullar bir bilgi konusu oluşturmaz.

Demek ki, siyaset “yapan” bir Marksist, elbette düşünecek, gerektiğinde tefekkür de edecek, günü geldiğinde kimliğini beyan edecek, ilkelerini ve kanaatlerini toplumla paylaşacak, kendini tanıtmak için seslenecek; ancak bütün bunları merkezi bir pratiğin, toplumsal dinamiklere müdahale etme eyleminin uğrakları olarak gerçekleştirecek. Marksizmin sağladığı geniş görüş üstünlüğünü gerçekliğin dönüştürülmesini hedefleyen somut eyleme taşıyacak, yani kuvveden fiile çıkaracak.

Bütün bunları aynı anda ya da eş değerde yapmaktan bile söz etmiyorum. Basbayağı birini diğerinin içine katarak, düşünceyi eylem sürecinin bir parçası haline getirerek yapmaktan bahsediyorum.

Öznel aklın nesnelleşmesinin, yani maddi ve somut bir varoluşa kavuşmasının tek yolu da budur. Tek yol bu olduğu içindir ki, toplumsal dinamiklerle gerçek ilişkiler tesis etmek, topluma bu maddi güçle müdahale etmek yerine, kendisini sürekli sahip olduğu kimliğin ayırt ediciliğiyle tanımlayan ya da ortaya çıkan gelişmeler karşısında sadece konum tayin etmenin konforuyla yetinen anlayışlar Marksizmin temel düsturundan bir hayli uzağa savrulurlar.

Savrulunan bu uzak noktada, iyi, duyarlı, üretken ya da fedakar insanlar olunabilir, ama Marksist olmak için toplumla kurulan ilişkiyi nesnelleştirmeyi, maddi bir varoluşa dönüştürmeyi hedefleyen mücadele pratiği bir koşuldur.

Çünkü Marksizm, siyaseti bir fiil olarak emreder. Böylesi daha ahlaklı olduğundan değil, siyasal eyleme girişilmediğinde Marksist olunamadığından emreder.