Marjinalleşme idmanları

Yunan filozofu Epikuros’a göre varoluşun amacı hazdır. Ancak bu haz, keyfe keder bir yaşam sürmek, daimi bir zevk arayışında olmak anlamına gelmez. Haz, daha çok başka niteliklerin negatifliğiyle, mükemmelliği bozan tüm çapakların temizlenmesiyle, yani acının ve kötülüğün yokluğuyla tanımlanır. Demek ki, eylem hazza doğrudur ve haz, acıdan uzaklaşıp kusursuzluğa varmaktır.

Ancak, bu mantık en son noktasına kadar takip edildiğinde, acıdan mutlak uzaklaşmanın sadece tanrılaşmakla mümkün olduğu görülür. Çünkü hiçbir varlık kusursuz değildir ve onun her kusuru hazzın üzerine atılan bir çiziktir. Mutlak haz, varlıktan mutlak soyutlanma sayesinde elde edilebilir. Bu yüzden, tanrılar, varlıktan, bu dünyadan ve dünyadaki insanlardan koparlar, uzaklaşırlar.

Tanrı, belki de insanlık tarihinin ilk marjinalidir. Acıdan uzaklaşmanın, varlıktan kaçışın en kudretli timsali.

Egemen dinlerin tanrılarının dünya işlerinden ve insan isteklerinden, hatta düpedüz insanın kendisinden bu kadar nefret etmesinin bir açıklaması da budur zaten. Dünya ve insan, kusurlu varlıklarıyla, tanrının aradığı mutlak hazzı gölgeleyen, onun soyut mükemmelliğini sakatlayan, uzaklaşmaya çalıştığı acıyı sürekli hatırlatan bir varlıktır. İnsanın yok edilmesi, köleleştirilmesi ya da cezalandırılması için gereken ilk günahı, tam da var olmasıdır esasında.

Yine de hala sonuçlarla uğraştığımızın farkında olmalıyız. Yani, tanrının hepimizden nefret etmesi ve bizden uzaklaşarak marjinalleşmesi, aslında sadece bir sonuç. Eğer bu sonucu yaratan nedeni aramayacaksak, tanrının karşı konulmaz gücünü kabul etmekten başka bir şey de gelmez elden. Dua edebilir, merhamet dileyebilir, af edilmeyi bekleyebiliriz, ama onun erkini sorgulayamayız bu bakış açısında kaldığımız sürece.

O halde, tanrının marjinalliğinin ve nefretinin nedenini, onun kaçışında aramalıyız. Yani, kadir-i mutlak makyajının altındaki ürkek, yorgun ve çaresiz gözlerinde. Tanrı, acıdan, kötülükten, dünyaya ve insana ait yoksunluklardan kaçar. O, bu dünyanın ve insanın hem çektiği hem de çektirdiği eziyetten ürker, güvenli, sessiz ve tehlikesiz bir varoluş arar. Kendini sürekli soyutlar, yüceltir ve nihayetinde aradığı pürüzsüz deneyimi tanrılaşmakta bulur.

Tanrılık, bir kudretin harekete geçmesi değildir, korkunun tetiklediği bir kaçışın sığınağıdır.

***

İyi de acı sadece tanrıya değmiyorsa, hepimizi kavuruyorsa biz nereye kaçacağız? Tanrının kaçacağı bir gök kubbesi ya da cenneti varken, bizim kaçabileceğimiz neresi var? Hem, biz de kaçsak, ne farkımız kalır tanrıdan?

İnsanın eşiği burasıdır işte. Tanrılaşmayı reddeden, kaçışı elinin tersiyle iten irade, insan olmanın ilk kuralıdır. Kaçış değil, çıkış, çıkışı arayan çabadır insanı ayırt eden. Acıyı, kötülüğü, yokluğu ve zulmü tekil deneyimler olarak görmeyip bir ülke olarak bütünleştiren ve ülkesinden kaçmayıp çıkışı arayan canlıdır insan.

Acıları yarıştırmak yanlış ama, hangi tanrı çekmiş bizim çektiğimiz ıstırabı acaba? Çok geriye de gitmeyelim; Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara’da patlatılıp parçalanan biz değil miyiz? 14 kiloya düşmüş çocuklarını mezara yatıran, ölüsü kokmasın diye buzdolaplarında saklayan bizim analarımız değil mi?

Ve ez cümle, bu ülke, yalanın, iftiranın, arsızlığın, katliamın, hırsızlığın, haysiyetsizliğin birike birike tortulaştığı bir çöplüğü andırmıyor mu gerçekten de?

O halde, kaçış, kaçışı tetikleyen korku, tiksinti, öfke veya yılgınlık neden garip olsun ki? Neden tercih edilmesin ki?

1 Kasım seçiminden sonra ülkeyi terk eden birkaç kişi ve terk etmeyi düşünen binlerce kişi, acıdan ve kötülükten uzaklaşmak için elindeki son imkanı kullanmış sayılmazlar mı?

Bu soruları konuşmak can yakıyor, kaçınılmaz. Ama şunu söylemekten kaçınmak da imkansız: Bu, kaçıştır ve her kaçış tanrılaşmaya doğrudur. Tanrı gibi marjinalleşmeye ve nefretle dolmaya doğru. Burada altı çizilecek tehlike, marjinalleşme ya da nefretten önce, tanrılaşmadır. Çünkü tanrılaşma, insanlıktan uzaklaşmaktır.

Ve dünyayı şimdiye kadar hiçbir tanrı değil, sadece insanlar kurtarmıştır acıdan ve kötülükten. Demek ki, kurtuluş ya da çıkış, insanlıkta, insan kalmaktadır.

***

Tanrı, insandan kopar. Marjinal de öyle. Bunu nasıl yaptığının çok da önemi yoktur. Çünkü kaçış bir kere başladı mı, insandan kopmanın bir yolu mutlaka bulunur.

Şimdi, yaşadığımız cehennem günlerinde ise kaçış iki yoldan ya da koldan gerçekleşiyor. Bir yanda, insana olan güveni yitirmek; öte yanda insandan nefret etmek. Yani “artık her şey bitti, yenildik” duygusu ya da “bu halktan bir bok olmaz” nefreti. Bir geri dönüşsüz yenilgi hissi ile yok etmeyi arzulayan kıyım istenci. İkisinin de çıktığı yer insandan kopma, tanrılaşmadır.

Kaçışın yüreğimize ve aklımıza hitap etmesi, yorgunluktan bitap düşmüş vicdanımıza iyi gelmesinin anlaşılır nedenleri vardır elbette. Hatta isteyen bunun peşinden gidip, gerçekten kaçabilir de. Fakat kaçılan her neyse, ondan kurtulmuş olacağımızı düşünmemiz feci bir hata olacaktır. Alın işte, Paris’te, bu dünyada kaçılabilecek en ferah yerlerden birinde yaşananlar ortada.

Demek ki kaçarak olacak olan, tanrılaşarak, kendi yüceliğimizin kabuğuna sığınarak ve yapayalnızlaşıp kurtuluş imkanını sonsuza kadar kaybederek marjinalleşmektir. Yenilgi hissi ile kıyım istenci, marjinalleşmenin yollarını döşeyen idmanlardır.

İyisi mi, biz tanrılaşmayı reddedip, yine insan kalalım. Çıkışa ermek için karanlığın üzerine üzerine yürüyelim. El ele verelim. “Tutuşa tutuşa/bir orman yangını gibi”.