Meseleler: İdeoloji

Her toplumun ideolojiler alanı, o toplumdaki sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin karşılıklı mücadelesinin yarattığı birleşik sonucu yansıtır. Buna kabaca “egemen ideoloji” demekte bir sakınca yok. Ancak “egemen ideoloji”nin tümüyle “egemenin ideolojisi” anlamına gelmediği notunu düşmek kaydıyla.

Her toplum belirli fikir, inanç, değer ve geleneklerin iş gördüğü bir ideolojiler alanına sahiptir. Bunların bazıları olumlu, bazıları olumsuz içerimler taşır; bazıları o ülkenin tarihsel gelişiminden süzülmüş, bazılarıysa egemenlerin doğrudan müdahaleleriyle üretilmiştir; bazılarına toplumun içinde geniş bir teveccüh doğmuş, bazılarıysa ancak şiddet yoluyla ayakta tutulabilmiştir. Çoğu örnekte de bu sınırlar birbirinin içine geçmiştir ve bu karmaşıklık ideoloji alanını pürüzsüz kesitler biçiminde ayrıştırmayı oldukça zor bir iş haline getirir.

 

Demek ki, ideoloji, birçok farklı türde anlamın hem bir arada olduğu, hem birbirleriyle eklemlendiği hem de karşılıklı olarak mücadele ettiği bir alandır. Bu nedenle, her toplumun ideolojiler alanı, o toplumdaki sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin karşılıklı mücadelesinin yarattığı birleşik sonucu yansıtır. Buna kabaca “egemen ideoloji” demekte bir sakınca yok. Ancak “egemen ideoloji”nin tümüyle “egemenin ideolojisi” anlamına gelmediği notunu düşmek kaydıyla.

 

Bu ufak özetle varmak istediğim yer şurası: Her toplumda “egemen ideoloji” egemenlerin çıkar ve yönlendirmelerinin yanı sıra, emekçilerin çıkar ve beklentilerini de yansıtır. Bunlar, Gramsci’nin deyişiyle, “egemen ideoloji” içindeki “iyi duyu”lardır ve egemen sınıfın başlıca hedeflerinden biri bu “iyi duyu”ları yok etmek ya da kendi çıkarlarına eklemlemektir. Konuya tersinden bakarsak, sosyalistlerin ideolojiler alanındaki görevi de toplumdaki “iyi duyu”larla etkileşime girmek, onlardan kitleselleşme için yararlanmak, onları kendi değerler silsilesiyle eklemlemektir.

 

Ancak kağıt üzerinde bu kadar kolay söylenen bir şeyin gerçek siyasal mücadele süreçlerinde hayata geçirilmesi hayli güç olmaktadır. Bu güçlüğün bir nedeni, egemen sınıfın “iyi duyu”ları kendi çıkarlarıyla eklemleme ya da bunları yok etme yönündeki sürekli çabasıdır elbette. Fakat bir başka neden de sosyalistlerin ideolojiler alanındaki etkinliğinin fazlasıyla “avangard” (dolaysız, paysız, etkileşimsiz) olmasıdır. Sosyalistler, halkın “iyi duyu”larıyla etkileşime girmek yerine o “iyi duyu”ları sönümlendirmeye, onların terkini tavsiye etmeye çalışıyor gibidir daha çok.

 

Haliyle, ideolojiler alanında sürdürülecek çalışmanın ve çabanın yönü, kapsamı ve hedefi de bir türlü içinden çıkılamayan skolastik meselelere (düğümlere) dönüşmektedir.

 

***

 

Böylesi düğümlerden biri cumhuriyet tartışmasıdır. Ve cumhuriyet, halkın içinde ve tahayyülünde sola açılması pek mümkün bir “iyi duyu”dur.

 

Cumhuriyet tartışması, en azından Türkiye açısından, hem bir fikir hem de bir tarih tartışmasıdır ve fikir ile tarihin birbirinin üzerini tam denk gelecek biçimde örtmesi imkansızdır elbette. Bu açıdan, sosyalistler fikir düzeyinde yüksek ölçüde, tarih düzeyinde makul ölçüde cumhuriyetçidir. Ancak tarih olarak cumhuriyetle ilgili eleştirel pozisyon, son 30 yılda gözle görülür biçimde aşınmış ve eleştiriyi aşmış; tarih olarak cumhuriyete küsülmesi, fikir olarak cumhuriyetin sahipsiz bırakılması, kıyıya atılması, giderek terk edilmesi (exodus) sonucuna varmıştır.

 

Nedenleri, süreçleri, ayrıntıları bir kenara bırakıp bugüne gelelim. Sosyalist hareketin önce tarih olarak cumhuriyete küstüğünü, sonra da fikir olarak cumhuriyetten uzaklaştığını söylemiştim. Şimdi ise, işe tersinden başlamak gerekir: Yani önce fikir olarak cumhuriyeti yeniden kazanmak, sonra tarih olarak cumhuriyete yönelmek.

 

Böylesi bir çabanın ilk koşulu eşit yurttaşlık ilkesinin cumhuriyetçi tahayyülün temel kabullerinden biri olarak işlenmesidir. Eşit yurttaşlık derken, sadece Kürtlerin, Alevilerin, cumhuriyet tarihinin ayrımcı politikalarına sürekli maruz kalmış toplum kesimlerinin değil, günümüzde yurttaşlık hakları fiilen elinden alınmış tüm toplum kesimlerinin eşitliğinden; bu ülkede yaşayan her bir insanın hak ve hukukunun ortak yaşam çerçevesi içinde tanınmasından; eşitlikçiliğin yurttaşlık kavramı ve hakkının temeli haline getirilmesinden söz etmek gerekir.

 

Bu, kuşkusuz, cumhuriyet fikrinin tüm içerimlerini soğuracak bir açılım değildir. Ancak günümüzde cumhuriyet fikri cumhuriyet tarihinin tekerrürü olmasın istiyorsak, onun, tarihsel örneğini aşacağı kulvarları güçlendirmek gerekir. Böylece cumhuriyetçilik, salt bir fikir ya da tarih konusu olmaktan çıkarılıp, yeni bir ülkenin kaidesi haline getirilebilir.

 

***

 

Bu düğümlerden bir diğeri kamuculuk tartışmasıdır. Ve kamuculuk, tıpkı cumhuriyet gibi, bir “iyi duyu” olarak işlevlendirilebilecek içerimlere sahiptir.

 

Kamuculuk dendiğinde ilk olarak üretim araçlarının ve tesislerinin/işletmelerinin devlet mülkiyeti haline dönüştürülmesinin akla gelmesi anlaşılır olsa da böylesi bir perspektifin son derece sınırlı olduğunu söylemek zorundayız. Evet, kamuculuğun temel hedeflerinden biri böylesi bir devletleştirme olabilir; ancak, özellikle günümüz kapitalizminin yarattığı tahribatın boyutları düşünüldüğünde bundan daha fazlasının söylenmesi gerekir.

 

Günümüzde kamuculuk bir ekonomi modeli olmanın ötesine taşınıp devlet-yurttaş ilişkisinin kurucu ilkelerinden biri olarak tanımlanmalıdır. Salgında, yangında, depremde ya da krizde, savaşta, göçte veyahut eğitimde, sağlıkta, iş güvenliğinde yurttaşın karşılaştığı deneyimin esası bir tür “devletsizlik”tir. Elbette, yurttaşın “devletsizlik” olarak deneyimlediği şey, esasında devletin kamusal yükümlülüklerinden kurtulması ve tümüyle sermaye sınıfının aygıtı haline dönüşmesidir. Bu “devletsizlik”, devletin yokluğunu değil fonksiyonunu ifade etmektedir yani.

 

Öte yandan, sosyalistlerin bu devlete karşı mücadele ederken halkın “devlet” beklentisini ve gereksinimini dikkate almaması çok ciddi bir boşluk yaratmaktadır. Günümüzde yurttaşın güven ve huzur içinde yaşayabilmesi için gerekli olan toplumsal koşulların sağlanması (hala) bir “devlet” yapılanması sayesinde mümkündür ve bu tür bir talep kamuculuğun toplumsallaşmış biçimine açılacak imkanlar barındırmaktadır.

 

Mesele, böylesi bir devletin gerçekten kurulup kurulamayacağı ya da komünizm düşüncesinin devletin sönümlendirilmesi ilkesinin haklılığı değildir burada. Zira, ideolojiler alanındaki çalışmanın amacı “devlet” inşası değil, halk içindeki ihtiyaç ve taleplerin belirli değerlerle eklemlenmesi, böylelikle sosyalizm mücadelesinin geniş kitleleri harekete geçirecek kanallara kavuşmasıdır.

 

Bu ihtiyaç ve taleple etkileşime geçebilmenin yolu ise, kamuculuğun toplumsallaşmış tarzını bir ideolojik ilke haline getirerek kitleselleştirmekten geçer.

 

***

 

Bu düğümlerin bir başkası da uygarlık tartışmasıdır. Ve, cumhuriyetçilik ile kamuculuk başlıklarında olduğu gibi, uygarlık başlığı da halk içinde bir “iyi duyu”ya denk düşmektedir.

 

Çağımız sadece Türkiye’de değil yerkürenin büyük kısmında ve yine sadece dinselleşme yoluyla değil sermaye sınıfının farklı programlarıyla çarpıcı bir gerilemeye tanık olmuştur. Meşhur sözde dendiği gibi, “ya sosyalizm ya barbarlık” denkleminde sosyalizm çekildikçe barbarlık hakim hale gelmiş ve günümüzdeki bireysel ve toplumsal yaşamı ağır bir gerileme sürecine sokmuştur.

 

Dahası, yerkürenin bu hali karşısında burjuvazinin de bir uygarlık tahayyülü kalmamıştır. Küresel kapitalizmin yaşadığı ideolojik bunalımın hem nedenlerinden hem de göstergelerinden biri olarak görülmesi gereken bu uygarlık tahayyülü eksikliği, zamanımızın siyasetinin olduğu kadar felsefesinin ve kültürünün de temel sorunudur. Bu uygarlık sorununun, bir tür “sosyal gelişmesizlik” yaratan bu çözülmenin bizi öncelikle yönlendireceği yer kapitalizmin insan ile toplum arasındaki ilişkiyi piyasaya indirgemesi, daha doğrusu indirgemeyi başarmasıdır.

 

Sonuçta, günümüzde insanın hem birey hem de yurttaş olarak gelişimi ve aydınlanması tümüyle piyasa mekanizmalarına terk edilmiş; “uygarlık” ya da “kültür” parası, imkanı, erişimi olan ayrıcalıklı bir tabaka için erişilebilir hale gelmiştir. Haliyle zevksizlik ya da kültürsüzlükten öte, toplumun geniş kesimlerinin temel ihtiyaçlar düzlemindeki sosyal kapasitesinin kısıtlanması, insani gelişme imkanlarının yurttaşların elinden alınmasıdır dikkati çekmesi gereken nokta.

 

Sosyalistlerin, böylesi bir tablo karşısında bir “insani gelişim” perspektifini taşıyabilmeleri; çağdaş yaşamın değerlerini hem sahiplenip savunarak hem de halkçı bir vurguyla yeniden tanımlayarak bir toplum vizyonu oluşturabilmesi; tıpkı burjuvazinin kendi suretinden bir dünya yaratması gibi işçi sınıfının suretinden bir uygarlık tahayyülü inşa edebilmesi göz ardı edilemeyecek bir görevdir.

 

Sosyalizm, salt özgürlüğü değil esas olarak özgürleşmeyi, yani insanın bütünsel gelişiminin önünde duran her türlü engelin ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir dünya görüşü olduğu için, çağımızda insan yaşamını yeniden anlamlı ve değerli kılacak, onu toplumla geliştirici ve yaratıcı bir ilişki içine sokacak, bilimden estetiğe tüm insani ve toplumsal yaratımları kendisine doğru bükerek biçimlendirecek manyetik gücü yaratabilecek yegane öznedir de.

 

Fakat bunun için, şimdi, yeni bir uygarlık tahayyülünü de sırtlanmak zorundadır.