Dünya emperyalist sistemindeki gerilim ve sıkışma noktalarına değindiğimiz geçen yazıda, bu tablonun tek tek ülkelere girişim alanı ve imkanı sunduğunu, Türkiye gibi ülkelerin de bu boşluklara oynayarak pastadaki payını büyütmeye uğraştığını söylemiştik. Yine geçen yazıda, bütünsel bir siyasal ve ideolojik çerçeveye, tekil aktörleri bu çerçeve doğrultusunda hizaya çekmeye yarayacak homojenliğe ulaşamamış bir dünya sisteminin, Türkiye’deki iktidar değişikliği ile ilgili planlar içinde olduğunu söylemenin dayanakları olmadığını da dile getirmiştik.
Bu söylenenlerin sonucu yeterince açık olmalı: Türkiye, emperyalizmin veya hangi biçimde tanımlanırsa tanımlansın bir “üst akıl” merciinin planları doğrultusunda şekillendirilmeyi bekleyen bir konumda değildir. Böyle olmamıştır ya da bundan sonra da olmayacaktır demiyoruz, ancak verili an itibariyle dünya kapitalizminin böylesi bir operasyon için ne vakti ne de alternatifi bulunmaktadır.
Dün İleri’de yayınlanan iki yazı ise, yukarda özetlemeye çalıştığımız saptamaları daha berrak ve ikna edici biçimde sunmuş oldu. Metin Çulhaoğlu “İç savaş: Yazgı mı anahtar mı?” başlıklı yazısında dünya manzarasını şöyle anlatıyordu: “Dünya kapitalizminin, ülkelerdeki ‘uçları’, ‘aşırılıkları’, yerleşik standart dışı yönelimleri belirli bir merkeze çekip orada evcilleştirmeye yarayan siyasal ve ideolojik donanımı artık eskimiş, önemli ölçüde etkisizleşmiştir. Günümüzde merkezkaç yönelimler görece ağırlık kazanmıştır. (...) AKP rejimi, dünya kapitalizminin bu durumunun farkındadır; kendisi için bir fırsat olarak değerlendirmektedir ve şansını denemeye kararlı görünmektedir. Aslında mevcut durum dünya kapitalizminin ‘yeni normali’dir; dünya ölçeğindeki yeni normalin ülkelerde ‘anormallik’ şeklinde yansıma bulması ise ‘normal’ sayılmalıdır.
Haluk Yurtsever ise, “Sadeleştirme denemesi” başlıklı yazısında bir adım daha atarak, AKP iktidarının dünya kapitalizmi ile ilişkilenme biçimini, Türkiye’deki devrimci mücadele açısından masaya yatırdı: “Bir tarafında ÇHC’nin öteki ucunda ABD’nin yer aldığı emperyalistler arası yeniden gruplaşma henüz tamamlanmamıştır. Bu iki büyük güç dışındaki herkesin neredeyse herkesle, aynı anda hem dost/bağlaşık hem de düşman konumlar alabilmesinin, kimin kimle iş tutacağının net biçimde öngörülememesinin nedeni budur! (...) Erdoğan’a manevra gücü bahşeden de bu uluslararası koşullardır. Doğruysa, bu saptamalardan Türkiye’deki iç siyasal gelişmeleri anlamamıza ışık tutacak bir sonuç çıkarabiliriz: Son çözümlemede, Erdoğan ve AKP’nin geleceğini belirleyecek olan iç dinamiklerdir. ABD ve AB Erdoğan’dan hoşnut oldukları ya da tutumları önemsiz olduğu için değil, Erdoğan sistem için bir tehlike oluşturmadığı, uluslararası dengeler de Erdoğan’ı düşürmeyi öncelikli hale getirmediği için.”
***
Geldiğimiz noktanın özeti şu: Saray Rejimi’nin yıkılması, ha bire operasyon, restorasyon vb. planları yaptığı sanılan bir emperyalist akıl tarafından değil, Türkiye’nin devrimci ve ilerici dinamiklerinin mücadelesi sayesinde gerçekleşecektir.
O halde bir adım da biz atalım ve tartışmayı “bu nasıl başarılacak?” sorusuna getirelim.
Kuşkusuz, bu soruya bu yazıda bir yanıt verildiği ikna edilmeyecek. Doğrusu, henüz bu soruya, genel çerçeve ve ilkeler dışında, somut ve gerçek ayaklara sahip bir yanıt verildiğini söylemek de mümkün değil. Ancak, başka başlıkların yanı sıra, hem siyasal özneler hem de toplumsal dinamikler açısından örgüt/aygıt konusunun yakıcı bir konuya dönüştüğü açık.
Saptamamız şu: Türkiye’de, kitleler ölçeğinde, toplumsal bağlanma ile siyasal/örgütsel bağlanma düzlemleri arasındaki mesafe hayli genişlemiştir.
Diğer bir deyişle, kendisini belirli değerlerin ve taleplerin sahibi, paydaşı, parçası gibi hisseden yurttaşların sayısı artmakta, bu yurttaşlar belirli gündemlerde ortak siyasallaşma ve kolektif eylemlilik süreçleri de yaratabilmekte; ama toplumsal bağlanma konusunda gösterdiği bu yatkınlığı siyasal/örgütsel bağlanma konusunda göstermemekte, mevcut parti, örgüt, oluşum ve öbeklere karşı belirgin bir ilgisizlik sergilemektedir. Deyim yerindeyse, geniş kesimlere yayılan bir mücadeleden söz etmek mümkünken, bu mücadelenin aygıtından söz etmek pek o kadar kolay değil.
Bu tutumun, sadece söyleyeni rahatlatan bir kolaycılıkla “örgüt düşmanlığı” ya da “liberal bireycilik” olarak anlaşılmasının yolu yoktur. Üstelik bu mesafenin mevcut örgütsel yapıların orasını burasını çekiştirmekle kapatılamadığı da görülmektedir. Çünkü ihtiyaç, bu mesafeyi kabullenecek değil, kapatacak; aradaki boşluğu siyasal ve örgütsel olarak dolduracak aygıtı inşa etmektir.
Evet, hem siyasal hem de örgütsel aygıt.
Zira, konu, başlangıç noktası örgüt modeline, işleyişe, organlaşmaya falan indirgenebilecek bir konu değildir. Bunlar önemsiz konular değildir elbette, ama belirgin bir siyasal yaklaşım geliştirilmediği ve buradan başlanmadığı sürece, “örgüt modeli”ne münhasır bir tartışmanın fazla ilerlemeyeceği de açıktır.
Bu mesafe, öncelikle örgütsel başarısızlıkların değil, siyasal açmazların bir sonucudur çünkü. Dolayısıyla, mesafenin kapanması da siyasallaşmış bir çözümün sonucu olacaktır.
Peki nedir bu çözüm? Bunun yanıtı bu yazının sınırlarını aşar. Ancak yine de tartışmaya başlangıç olması için bir önerimiz var.
Toplumsal hareketin ve devrimci yükselişin partiden başlayacağı, partinin bünyesinden doğacağı, buradan nüfusun farklı kesimlerine yayılacağı ve doğrusal biçimde büyüyeceği beklentisini; kısacası “partiden hareket yaratma”efsanesini,bu efsaneyi yaratan çarpık öncülük mistisizmi ile birlikte rafa kaldırmak...