2002 seçimlerinin sonrasında bir gazete kupürü hatırlıyorum. Güya, “Peygamberler şehri Urfa’da halk 300 civarında kızılın nereden çıktığını merak ediyor”muş…
Haberi yazan gazetecinin muhtemelen, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Behice Boran’ın, 1965 seçimlerinde Urfa’da 3 bin 700’den fazla oy alarak milletvekili seçildiğinden haberi yoktu.
TİP’in hafta sonu “Bir Yol Var” kampanyası kapsamında Urfa, Diyarbakır, Muğla ve Hatay’da düzenlediği halk buluşmalarının fotoğraflarına bakarken bu kupürü hatırladım.
***
Türkiye’de siyasetin çok temel bir sorusudur: Ülkenin doğusu ile batısına aynı anda seslenmek mümkün mü? Bunu daha da genişletebiliriz.
Hem Sünni hem de Alevi kökenden gelen yurttaşları birlikte kucaklayabilir misiniz?
Siyasi partilerin hemen hepsi için bir dert olan bu iş, sosyalistler için daha da büyük zorluklar barındırıyor.
Sol düşünce, düzen tarafından belli kimliklere sıkıştırılmaya çalışıldı, sosyalistler de maalesef bu kimlikleri büyük bir iştahla sahiplendi.
Böylece, sol, hem fiziki hem de zihinsel olarak kimi mahallelere sıkıştı kaldı.
İktidar fikrinden çoktan vazgeçilmişti. En iyisi kimi alanları “kurtarmak”tı. Uzağa gitmeye de gerek yoktu, bulunduğu mahalleyi zapt etmek mümkündü. Doğal olarak, mahallenin bir kimliği vardı, o zaten yeterdi. Mahallelinin kimliği mağduriyetlerle doluydu. O kimliği dönüştürmeye gerek yoktu. Mahallenin dışındakileri de zaten dönüştürmeye gerek yoktu.
“Kimlik” esas olarak köklerini geçmişte bulan, tarihsel referansları ağır basan bir olgu. Geçmişin ortak mutlulukları ama daha da çok ortak acıları üzerine bina edilmiştir. Bir gelecek perspektifi, bir hedef, başka sulara yelken açma fikri olmadığında, dışarıdan gelen her müdahale düşmanca, her yeni söz tehdit halini alır. Dönüşmez, dönüştürmez. Öyle de olmuştur…
Nihayet, “alanları kurtaracağız” diye çıkılan macera, fiziksel ve zihinsel alanlara hapsolmayla sonuçlandı.
***
Bu deneyimleri yaşamış sosyalist hareketin, hem Urfa’ya hem Muğla’ya aynı anda seslenebilmesini sağlamak bugün biraz daha zor olabilir.
Boş deftere yazmıyoruz.
1980 darbesi geçti, Kürt meselesine, Cumhuriyet’e, Alevilik ve Sünniliğe, bunların siyasetteki yerine dair yeni sorunlar ortaya çıktı, 20 yıllık uzun bir AKP dönemi yaşandı…
Kolay değil ama kilidi açacak üç anahtar olduğu söylenebilir.
Birincisi, yüzünü hep dışarıya dönme, kendini hep milyonlar ölçeğinde test etme iradesi göstermek. Yukarıda yalnızca bir kısmını saydığım pek çok nedenle belki en zahmetli olan bu. Çünkü “mahalle baskısına” teslim olmama iradesi gerektiriyor. “Sen bunu nasıl söylersin/yaparsın, geçmişte şöyle olmadı mı, bunu diyen/yapan bizden değildir” basıncıyla baş etmeli, yönünü sözde ilkelere değil olgulara göre tayin etmelisin.
İkincisi, siyaset ölçeğini bütün ülke sathına genişletmek, illa bir kimlik gerekiyorsa da “Türkiyeli” olmak. Kabul edelim ki, Türkiye’de sosyalist hareket ya bu topraklardan çok başka ülkelerdeki “başarıları” referans gösterdi ya da bu toprakların yalnız bir bölümünü dikkate aldı. Bu coğrafyanın müziği, edebiyatı, tarihi, siyasi dinamikleri pek dikkate değer bulunmadı. Bazıları için ise coğrafyanın bir kısmı zaten tamamen karanlıktı. Ya Muğla’dakinin ya da Urfa’dakinin sevincine, üzüntüsüne ortak olundu. Oysa, Türkiye’de sol-sosyalist düşüncenin bu toprakların tamamından kök alabildiğini, Türkiyeli bir hüviyete de sahip olabildiğini bilmeli, göstermelisin.
Ve üçüncüsü, emekten yana halkçı bir üsluba sahip olabilmek, emeğin hakkını alması için mücadele etmenin toparlayıcı, bütünleştirici bir niteliği olduğunu kavramak. Özgürlük, barış, adalet, laiklik gibi her türlü toplumsal talebi bir “emek” çarpanıyla zenginleştirebilmek.
Hem Urfa’ya hem Muğla’ya, hem Hatay’a hem Sinop’a aynı anda seslenebilmek ancak böyle mümkün olabilecek.
Hafta sonundan önümüze düşen fotoğraflar, bir yolun olabileceğini gösterdi. 1960’larda yapılabilmişti, şimdi de başarılabilir.
Böyle devam…