Müşterekliğin kurucu misyonu ve dayanışma
“Dayanışma” kavramının aynı zamanda gerçek bir siyasi strateji içine yerleşme imkanı bulduğu oldukça özel bir dönemden geçiyoruz. Zira bu “dayanışma” insani bir refleksin çok ötesinde, “yıkım içinde yıkımdan” başka seçenek sunmayan AKP rejimine karşı “başka bir yaşamın” mümkün olduğunu hatırlatmaktadır.
Malum, 8 Mart gibi günlerde, dünyamızda emekçi kadınların tarihsel yürüyüşüne ve “kadın davamızın” çeşitli coğrafyalardaki konularına bakmak oldukça faydalı. Ancak büyük deprem felaketinin gölgesinde 8 Mart’ı karşıladığımız bugünkü gibi özel dönemlerde, bütünün bilgisinin özgül bir ölçeğe sıkıştığını görüyoruz. 6 Şubat depreminden sonra yaşadıklarımıza kadınların cephesinden baktığımızda durum tam da budur.
Bir yanda AKP rejiminin yarattığı dev enkaz; enkazın içinden çıkan, yoksulluk, şiddet, “kader planı” adıyla geleceksizlik, gerici tasallut gündemdedir. Diğer yanda, dayanışmanın, kız kardeşliğinin, yeni bir yaşamı kurmanın, müşterek ve kolektif emeğin imkanları vardır.
Evet, erkek egemenliği afet ya da olağanüstü durum tanımadan hükmünü acımasızca sürdürmektedir. Şiddetin ve tacizin daha da kolaylaştığı; kadınların tuvalet ihtiyacını gidermekten bile imtina ettiği, bu nedenle su bile içmemeye çalıştığı, çadırda uyumanın ya da sokakta kalmanın güvenli olmadığı; doğum, lohusalık, regl gibi biyolojik döngülerin olağanüstü zorlaştığı afet koşulları “cinsiyetli çatışmaları” davet etmektedir.
Afet sonrası yaşamda kadınlar için güvenlik, olağanın da ötesinde önem kazanmaktadır. Zira “o saatte orada ne işi vardı?” diyebilen bir zihniyetin, kadınları daha önce olmadıkları yerde ya da saatte görme ihtimali artmaktadır.
Dahası toplumsal cinsiyet yargılarına göre örneğin, ped istemenin, pedi kat kat paketlere sarmadan yanında taşımanın neredeyse bir “ayıp” gibi algılandığı geleneksel ataerkinin kuşatması altındaki milyonlarca kadın için afet, derinleşmiş bir çaresizlik anlamına gelmektedir. Bu koşullarda kadınlar için günlük olarak sağlanması gereken hijyen koşulları zorlaşmakta ve sadece bu nedenle pek çok hastalık gündeme gelmektedir.
Yine afet sonrası yaşamda, dışarıda çamaşır yıkamak ya da yemek yapmak, aynı zamanda çocuk bakmak gibi bakım emeğinin türlü biçimleri kadınlar için daha da zorlu koşullarda sürmektedir.
Tüm bunlarla birlikte olağan koşullarda güvence ve gelirini “evin reisi” erkek üzerinden karşılamak zorunda olan kadınlar, eş ya da baba vefatıyla tümüyle çaresiz bir duruma itilmektedir. Bu koşullarda eşini ya da babasını kaybeden kadınların ve özellikle refakatsiz hale gelen çocukların, mevcut yıkımı çok daha ağır biçimde yaşadığı bir gerçektir.
Dolayısıyla afet ve sonrasının sınıfsallığı kadar “cinsiyetli yüzü” de tüm yakıcılığıyla kendini hissettirmektedir. Yaşam alanlarının, evlerin, evin içinde üretilen emeğin nasıl yaşamsal bir öneme sahip olduğu afet koşullarında daha da öne çıkmamış mıdır?
Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz gibi bütünsel bir sınıf siyasetinin, formel üretimin dışına da uzanması, hatta burayı merkezi bir sorunsal olarak inşa etmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla emeğin yeniden üretim sürecinin daimi emekçileri olarak kadınlar, politik bir figür olarak daha da önem kazanmaktadır. Tam da bu nedenle, “emeğin cinsiyetli yüzü” yeni bir ülkenin inşasında merkezi bir hat olarak belirmektedir.
Müşterek, Kolektif, Dayanışmacı Bir Yaşam
Tüm bu felakette gördük ki yurdun dört bir yanından ped, iç çamaşırı, bebek maması, hazır gıda gönderenler; annesiz kalan bebeklere süt anne olmak isteyenler, evini depremzede kadınlara açanlar, hijyen kolisi yapanlar, oyuncak ve bebek bezi yollayanlar, gönüllü hemşireler ve daha yüz binlerce kadın, zor zamanda dayanışmanın muazzam bir örneğini sergilediler.
Dolayısıyla “dayanışma” kavramının aynı zamanda gerçek bir siyasi strateji içine yerleşme imkanı bulduğu oldukça özel bir dönemden geçiyoruz. Zira bu “dayanışma” insani bir refleksin çok ötesinde, “yıkım içinde yıkımdan” başka seçenek sunmayan AKP rejimine karşı “başka bir yaşamın” mümkün olduğunu hatırlatmaktadır. Müşterek, kolektif, dayanışmacı bir yaşam mümkündür. Dahası milyonlarca insan için mevcut travmadan çıkışın biricik yolu, kolektif ve dayanışmacı bir yeni yaşamın parçası olmaktan geçmektedir.
Önümüzdeki dönem için kadın mücadelesi perspektifinden baktığımızda, iç içe geçen iki ölçeğe odaklanmak zorunludur.
Bir tarafta, afet sonrası bölgede, “toplumsal cinsiyet perspektifini” yeni yaşamın kurulmasında ayırıcı bir çizgi olarak öne çıkarmak gereklidir. Örneğin kadınların yükü haline gelmiş yaşamın türlü ayrıntılarına karşı eşitliği temel alan, kurucu bir rol üstlenmek; ortak çamaşırhanelerin, yemekhanelerin kurulmasına, çocuklar için oyun alanı ve kreş imkanının sağlanmasına dönük var gücümüzle çalışmak oldukça önemlidir. İlerleyen dönemde bağ, bahçe ekiminden hasadı birlikte almaya pek çok “müştereklikler kurmak” aynı derecede önemli olacaktır.
Adını koyalım. Tüm bunlar, söylemle, ideolojik motifle, propaganda ile değil, kolları sıvayarak yaşamı yeniden örgütlemek anlamında “kurucu misyondur”.
İkincisi, bu “kurucu misyon”, kamusal talepleri oluşturmanın da zemini olarak görülmelidir. Bu bağlamda örneğin güvencesiz, gelirsiz ya da şiddet mağduru depremzede kadınlar için “kadın sığınma evi” talep etmek, AFAD gibi kurumlar için “Kadın Birimi” talep etmek, inşa edilecek her okulun yanına bir de kreş kurulmasını talep etmek, depremzede kadınların istihdamı için özel devlet politikaları üretilmesini istemek vb. hak odağında mücadeleyi tüm cüssesiyle doldurmalıdır.
Kısacası bugünkü kadın mücadelesi, bir yandan bölgede kurucu misyonlar üstlenirken, diğer yandan ülkede AKP rejimini hedef almak, AKP sonrası için de asgari sınırları “kamucu talepler” olarak yükseltmek zorundadır.
Bugün, bu koşullarda 8 Mart’ımız bunların gerisine düşemez.
Yaşasın 8 Mart!