Öncülüğün kurucu uğrağı

Bu sayfadaki yazılarda sık sık kullanılan kavramlardan biri “kuruculuk”. Kimi zaman doğrudan kurucu pratikler üzerine, kimi zamansa çeşitli konuların kurucu uğraklarını hesaba katarak da olsa bir biçimde kendini dayatan bir kavram.

Örneğin, 19 Aralık tarihli bir yazıda sosyalist harekette kuruculuk misyonunun öne çıkmasının ontolojik gerekçeleri şöyle tarif edilmiş:

“Saray Rejimi, solu kendi sınırlarının ve zemininin dışına atmakla yetinmemiş, dışarıda da hiçbir şey bırakmamıştır. Solun böyle dımdızlak kalmasının en yakıcı sonucu ise, toplumun bütününe seslenebildiği, toplumla kitlesel ölçekte ilişki kurabildiği, gerek siyasal gerekse duygusal olarak yığınlara sirayet edebildiği kurumsallıklara artık sahip olmamasıdır.”

30 Ocak tarihli yazıda, bu defa neoliberal toplum modelinin tahribatına şu sözlerle değinilmiş:

“Neoliberal egemenlik evresinde toplum tümüyle örgütsüzleştirilmiş, zırhlarından soyunmuş, savunmasız bırakılmış durumda şimdi. Bu savunmasızlığa bir de siyasal zor’un bayağı bir yer tuttuğu mutlak disiplin/denetim ilkesi eklenince, halihazırda bir parçası olduğumuz toplumsal ilişkiler ve yaşam, ister birey olarak ister topluluk olarak isterse de sınıf olarak hiçbir öznenin delip geçemeyeceği bir kuşatma altına alınmış görünüyor.”

Son olarak, 13 Şubat tarihinde toplum gerçekliğinin dönüşümüne şu sözlerle işaret edilmiş:

“Saray Rejimi koşullarında devlet, kamusal alanı tümüyle yok ederek veyahut kamusal alanı kendi bünyesine katıp aparatlaştırarak, topluma, siyasete katılım ve temel konularda müzakere şansını kullanabileceği bir geçiş kuşağı bırakmamış bulunuyor. İçinde devinebileceği bir kamusal alandan mahrum kalan toplum ise, haliyle, ortak hukuka ve kurumsal çerçeveye sahip bir siyasal birim olarak inşa edilmekten men edilmiş oluyor.”

Bu sözler arasında bir devamlılık olduğu varsayılacaksa, ki varsayılmasını umuyorum, bunun bizi götürdüğü tartışma başlığı sosyalistlerin süregiden mücadele pratiklerinin bir kuruculuk ilkesiyle nasıl bütünleştirileceği olmalıdır.

Belki de, sosyalist hareketin teorik tartışma başlıklarının en günceli ve acil olanı, öncülüğün bir kurucu pratikle eşlenmesi, kuruculuk misyonunun sadece iktidar sonrasına atılmasına göz yummayıp halihazırda sürdürülen mücadelelerde de sergilenmesi hakkındadır.

***

Böylesi bir tartışma başlığı açıldığında biri nesnel, diğeri de öznel boyutla ilgili iki soruyla karşı karşıya kalırız. Nesnel boyutla ilgili soru, kurucu pratiğin nesnesi ve sonucunun ne olacağına dairdir; yani, “kurulacak olan nedir?" sorusuna verilecek yanıt. Öznel boyutla ilgili olan soru ise, kurucu pratiğin sahibinin alacağı biçimle ilgilidir; yani, “öncü kendisini nasıl ve ne olarak kuracak?" sorusuna verilecek yanıt (yer sınırı nedeniyle buna haftaya değinmemiz gerekecek).

Nesnel boyutla ilgili soruya verilecek yanıt, en azından genel çerçevesi itibariyle, bir toplumsal öznenin siyasal ve örgütsel açıdan inşa edilmesi olabilir. Özellikle de neoliberal egemenliğin kamusal alanı tümüyle kolonileştirme çabasında olduğu ve toplumsal bütünlükte ağır tahribat yarattığı bir dönemde, mevcut egemenlik biçimini sıkıştıracak ve onu yıkacak bir toplumsal öznenin hangi kaynaklardan, hangi taleplerle, hangi hedeflerle inşa edileceği üzerinden atlanamayacak bir soru halini alır.

Bu açıdan bakıldığında, neoliberal egemenliğin saldırı hattının iki cephesi öne çıkıyor.

Birinci cephe sömürü olgusunda temelleniyor: Neoliberal egemenlik, uzun bir tarihi olan kapitalist sömürüyü gerek derinlik gerekse de yayılım açısından şimdiye kadar eriştiği en geniş sınırlara kadar çekmiş durumda. Bunda dolaysız emek (artı-değer) sömürüsünün yanı sıra, kentsel mekanlardan kültür ürünlerine kadar geniş bir sahada türlü biçimlerde sürdürülen mülksüzleştirmenin büyük payı var. Mülksüzleştirme, sermaye birikiminin ve genişlemesinin güçlü bir yolu ve elbette bu yol neoliberalizmle birlikte icat edilmedi. Bugüne özel olan ise, bu yolun uygulanışında hiçbir toplumsal/kamusal uzlaşımın veya dengenin dikkate alınmaması.

Bu nokta bizi ikinci cepheye bağlıyor zaten.

İkinci cephe tahakküm olgusuyla bağlantılı: Neoliberal egemenlik, kendisini devletin küçültülmesi taraftarı olarak sunsa da esasında devletin bir sermaye aygıtı olarak dolaysızlaşmasını ve tahakkümünü genişletmesini dayatır. Şükrü Argın’ın deyişiyle, “neoliberalizm ‘sırf’ piyasa değil, aynı zamanda ‘safi devlet’ arzusudur”. Bu saptama, devletin zor aygıtı olarak işlevinin ve rolünün arttığını, toplumun ve emekçi sınıfların katı bir disiplin ve baskı altına alındığını, halkın siyasete katılımının kesin olarak engellendiğini ve teknokratik elitlerin denetimindeki bir yönetişim biçiminin hakim hale geldiğini işaret etmektedir.

Ancak, bundan biraz daha fazlası da vardır ve neoliberal modelin niteliksel farkını bu fazlalık oluşturmaktadır: “Safi devlet” arzusu olarak neoliberalizm, devleti yegane ‘kamusal’ alana dönüştürmüş, devlet aygıtının dışında kalan veya devlete erişimi engellenenlerin varlığını boş bir boyuta atmıştır. Kamusal alanın devletin içine doğru büzüşmüş olmasının kaçınılmaz sonucu, daha fazla sayıda yurttaşın bu boş boyuta atılması ve orada tutulması için devlet şiddetinin ve otoriterliğinin kural haline gelmesi, devletin topluma karşı sorumsuzlaşmasıdır.

İşte, neoliberal saldırının bu iki cephesi, yani mülksüzleşme yoluyla katmerlenen sömürü ve kamusal alanı işgal eden devletin açık şiddete dayanan tahakkümü kurucu pratiklerin yönelmesi gereken hedefin tersten ifadesidir. Düzden söylersek, sömürü olgusu ile tahakküm olgusunu politik bir zeminde buluşturmak, bunlara anti-kapitalist ve kamucu bir emekçi kimliği kazandırmak, sömürüye karşı halkçı ve tahakküme karşı özgürlükçü bir mücadele kulvarını yaratmak sosyalistler açısından bugünün en önemli kurucu pratikleridir.

Kuşkusuz, bu tür bir pratiğin ne kadar kurucu olduğunu belirleyecek olan, onun cisimleşmesi, maddileşmesi, bir aygıt biçimine kavuşmasıdır. Böyle bir aygıt olarak parti fikri, sosyalist düşüncenin vazgeçilmez temelidir. Ancak, sosyalizm mücadelesinin başat aygıtı olan parti, neoliberal egemenlik koşullarında, meclis tipi halk örgütlenmeleriyle ve toplumsal mücadelelerin ağ tipi örgütlülükleriyle kuşatılmadığı, bunlara öncülük etmediği ve gerektiğinde bunları kurmadığı sürece, tarihsel ve güncel görevlerinin yanına dahi yaklaşamayacaktır.

Bu koşullarda öncülük, artık önünde veya çevresinde bulduklarına yol göstermekten biraz daha fazlasını yapmak anlamına gelecektir. Kaba bir tabirle, sosyalistlerin öncülüğü, öncülük edeceği şeyi dahi kendi yaratmak durumunda kalacaktır.

Öncülüğün kurucu bir nitelik kazandığı, kuruculuğun bir öncülük sınavına dönüştüğü uğrak da burasıdır.