Geçen yazıda hem tarihte hem de siyasette dönemleştirmenin önemini vurgulamış ve şunları söylemiştik:
“Özellikle toplumsal ve siyasal süreçlerin incelenmesinde dönemleştirme kritik bir rol oynar. Zira dönemleştirme, hem uzun vadeli yapısal analizin soyutluğunu makul derecede somuta indirger, hem de konjonktür analizinin aşırı somut ve çok parametreli bileşimini anlamlı bir eğilimin görünür olacağı ölçüde soyutlar. Bu anlamda, dönemleştirme, örneğin kapitalizmin temel/yapısal özellikleriyle, belirli bir siyasal/toplumsal konjonktürün anlık dinamiklerini tek bir bütünlükte gösterebilmek gibi bir faydaya sahiptir.”
Ve bu sözlerin üzerine, emperyalizmin ve bölgedeki gelişmelerin de bu türden bir dönemleştirme mantığı ile düşünülmesi gerektiğini savunup, içinden geçtiğimiz dünya çapındaki siyasal ve toplumsal koşulları “istikrarsızlık ve kriz” kavramlarıyla tanımlamıştık.
Şimdi bir adım daha yaklaşıp, bu defa Türkiye’ye dönemleştirme mantığı ile bakmanın sırası geldi.
***
AKP’nin herhangi bir hükümet olmadığı, rejim yıkıcı ve kurucu işlevleriyle belirlenmiş bir iktidar ve hegemonya pratiğiyle öne çıktığı sık sık altı çizilen bir saptama. Dolayısıyla, bu saptamanın kavramlaştırılması, belirgin bir dönem çözümlemesi ile bütünleştirilmesi kaçınılmazdır. Zira dönemleştirme, sadece bir bütünlüğe ad yakıştırmak için değil, o bütünlükle nasıl ve hangi yollarla mücadele edileceğini belirlemek için de şarttır.
Bizim cenahın böylesi bir dönemleştirme için ortaya attığı en bilinen kavram “İkinci Cumhuriyet” oldu. “İkinci Cumhuriyet” kavramıyla anlatmaya çalıştığımız olgunun esası ise, İslamcı ve liberal bir rejimin inşasına doğru yol alınmakta olduğuydu. Daha açık bir deyişle, “İkinci Cumhuriyet”, rejimin sahibi olarak AKP, Erdoğan ve cemaat ile liberal akıl hocalarını işaret ediyordu. Nitekim, “Birinci Cumhuriyet”in tasfiyesi sürecinde, bu ittifakın neredeyse kusursuz biçimde işlediğini söylemenin mahsuru yok.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, “İkinci Cumhuriyet” kavramı, bir İslamcı-liberal ortak eseri olmanın ötesinde, birçok açılardan açıklayıcılığını yitirmiş görünmektedir. Daha doğrusu, temellerindeki İslamcı-liberal ittifakından başka bir şey anlatmamaktadır. Oysa, mevcut rejimin, İslamcı-liberal ortaklığını aşan, onun çok ötesine geçen bir niteliği vardır. Bu, ilk olarak vurgulanması gereken gerekçedir.
İkincisi, “İkinci Cumhuriyet”, mevcut rejimin sahibini açık ve dolaysız biçimde işaret etmemekte, deyim yerindeyse onu soyut bir rejim/düzen kavramı altında saklamaktadır. Oysa bugün yaşadığımız ülkede inşası devam eden yeni rejim, adlı adınca bir AKP/Saray rejimidir. Dolayısıyla, bu rejimin sahibi, AKP/Saray ve Erdoğan olarak mümkün olan en açık biçimde teşhir edilmelidir.
Üçüncüsü ise, AKP’nin veya Erdoğan’ın sahibi olduğu ve inşası devam eden rejime, sözcüğün hiçbir anlamında ve hiçbir gerekçeyle “cumhuriyet” niteliği yakıştırmanın anlamı yoktur. Bugün, AKP karşıtı kesimlerin siyasal ve ideolojik söyleminde, başına hangi sıfat eklenirse eklensin, AKP ile cumhuriyet sözcüğü yan yana telaffuz dahi edilmemelidir. Cumhuriyet fikri ve cumhuriyetçilik dinamiği, AKP ve Erdoğan’ı anıştırır tüm imalardan sıyrılmalı, tamamen ve çekincesiz biçimde solun ve sosyalist hareketin jargonuna hapsedilmelidir.
Eğer bu noktalarda bir itiraz yoksa, bundan sonrası için AKP/Saray rejimi kavramlaştırmasını kullanmanın önünde bir engel yoktur. Türkiye’de, zor aygıtının pervasız kullanımına dayanarak inşa edilen rejim, AKP ve Erdoğan çetesinin imzasını taşımaktadır. Bu rejimin arkasında başka güçlerin olup olmadığı, bu rejimden nemalanan odakların varlığı ya da yokluğu, siyaseten anlamsız bir tartışmadır. Bugün, okun en sivri ucunun batması gereken yer bellidir; o da Saray’da ve Erdoğan’da cisimleşen AKP iktidarı ve onun kuruculuğuna soyunduğu yeni rejimdir.
Dahası, Erdoğan’ın AKP üzerindeki denetimine ve AKP içindeki pürüzlere belirli bir önem atfedilecekse, Saray rejimi kavramının tüm gücün tek adam elinde toplandığı bir diktatörlüğü işaret etmesi anlamında daha net bir ifade olduğu dahi söylenebilir. Öte yandan, “Saray” kavramı, yeni rejimin sınıf kimliğini ve halk düşmanlığını amansız biçimde ima ettiği ölçüde, propagandif açıdan da oldukça işlevlidir.
***
Uzatmayalım. Bir dönem sıkça kullandığımız “İkinci Cumhuriyet” kavramını rafa kaldırmanın vakti gelmiştir artık. Halihazırda içinde yaşadığımız siyasal ve toplumsal bütünlüğü bir dönemleştirme mantığı ile kavramaya çalıştığımızda AKP/Saray rejimi kavramı hem daha anlaşılır, hem daha net hem de daha vurucudur.
Nitekim, yukarıda, dönemleştirmenin sadece bir bütünlüğü adlandırmak için değil, aynı zamanda o bütünlüğe karşı mücadelenin esaslarını saptamak için de kaçınılmaz olduğunu söylemiştik.
Bu açıdan baktığımızda, AKP/Saray rejiminin temel nitelikleri olan gericilik ve halk düşmanlığı, aynı zamanda AKP karşıtı mücadelenin de temel gündemlerini açığa vurmaktadır.
Dönem, kendi mantığını dayatmaktadır.
Ve bu dönemde, başta gençler ve kadınlar olmak üzere, Türkiye’nin ilerici toplumsal kesimlerini bir araya getirecek en yakıcı ve acil gündem, laiklik mücadelesidir. Aynı önem derecesinde, bir cehennemden beter hale gelmiş olan Türkiye’de emekçilerin talep ve beklentileri de AKP/Saray rejimine karşı mücadelenin koçbaşıdır.
Eğer sosyalist hareket, AKP karşıtı mücadelede öncü bir rol oynayacak ve nihayetinde bu vahşi rejimin yıkılışına imzasını atacaksa, bu, laiklik ve halkçılık başlıklarında elde edeceği kazanımlara bağlı olacaktır.
Laik ve emekçi bir mücadele hattının çizilmesi, laikliği bir “orta sınıf” kaygısına, emek gündemini de fabrikaya/sendikaya sıkıştıran sığlığın aşılmasının da yegane yoludur.