Periyodizasyon: Bolşevikleşme, bir kez daha...

Periyodizasyon tartışmasında, birçok başlığı ele almadan da olsa, sona gelmiş oluyoruz. Doğal olarak, şimdiye kadar yürüttüğümüz tartışmanın Türkiye’de sosyalist mücadelenin değerlendirilmesiyle bitirilmesi gerekir. Bu yazıda da bunu yapacağız.

***

Türkiye sosyalist hareketinde, özellikle de sıkışma dönemlerinde, yeni tartışmalar açmak ve çıkış yolu bulmak çabası fazlasıyla tanıdıktır. İşin doğası açısından bakıldığında, bunda bir sorun da yoktur. Sorun, bu tartışmaların üzerine inşa edildiği zeminin seçimindedir. Diğer bir deyişle, son 30 yılda daha da belirgin biçimde görüldüğü üzere, Türkiye sosyalist hareketi, bir çıkış umuduyla yürüttüğü tartışmaları ya teorinin alanında ya da siyasetin alanında yürütmeye odaklanmıştır. Çünkü sosyalist hareket, sorunlarının kaynağında teorik ya da siyasal gerekçeler bulunduğu yönünde bir ön kabule sahiptir.

Bu biçimde yürütülen tartışmalardan pek sonuç alınamamış, hatta birçok örnekte zarar görülmüş olması da bahsettiğimiz ön kabulün yanlışlığını gösterir. Sonuç, birbirinin eşleniği olarak görülebilecek iki tarzın, teoriyi/siyaseti sulandırmak ile taşlaştırmak şeklindeki eğilimlerin ha bire dönüp durduğu bir çemberde hapsolmak olmuştur.

Ve bu baş döndürücü döngünün içinde, sosyalist hareketin yüzleşmesi ve aşması gereken esas sorun daha da karanlığa gömülmüş, neredeyse kendisini tamamen unutturmuştur.

Oysa Perry Anderson’ın uzun yıllar önce söylediği (isterseniz gördüğü diyelim) gibi, esas sorun, teorinin ya da siyasetin değil, stratejinin sefaletinden başka bir şey değildir.

Sosyalist hareket teorik spekülasyona ya da siyasal köşe dönmeciliğe gömüldüğü ölçüde, teorinin ve siyasetin buluştuğu o özgün noktayı, yani stratejiyi gündeminden tümüyle düşürmüştür. Yıllardır aşmak için debelenip durduğumuz etkisizlik, güçsüzlük ya da süreksizlik gibi sorunlar, strateji sorunu ile rabıtası kurulmadığı ölçüde, birbirini yiyip tüketen bir kör dövüşünden ve eksantrik  denemelerle sorunu aşmış gibi yapmaktan başka bir fayda da sağlamamıştır. O kadar yılın ardından, sosyalist hareket, hem de ülkenin en kritik uğrağında, etkisiz, güçsüz ve süreksizdir.

Tek fark şu ki, artık teorik ya da siyasal egzersizlerle derman arayacak vakti kalmamıştır. Strateji tartışması, somut başlıklarıyla ve sonuçlarıyla, sosyalist hareketin ciddiyetle ele alması gereken bir ivedilik taşımaktadır.

***

Kuşkusuz, öncelikle stratejiden ne kast edildiği ve bir “strateji”de hangi özelliklerin olması gerektiği konusunda asgari berraklık sağlanmalıdır.

En genel hatlarıyla strateji, nihai olarak iktidarın ele geçirilmesini amaçlayan hedefler, talepler, araçlar ve yöntemler bütünü olarak tanımlanabilir. Bu genel tanımın hemen ardından ise, ilk sonuçlara ulaşabiliriz.

Birincisi, strateji, bir nihai hedefin varlığı ile tanımlanır ve biçimlenir, ancak o nihai hedefin kendisine sıkıştırılamaz. Sosyalist hareket, uzun yıllardır, sosyalist iktidar hedefini stratejinin yerine koymuştur. Oysa strateji, hedefinizin kendisinden çok, o hedefe erişmenizin yolu ile ilgilidir.

İkincisi, strateji, teori ile siyasetin buluştuğu özgün bir zemin olarak, ancak dönemsel olarak zenginleştirilebilir. Bu, her stratejinin, ilgili dönemleştirme (periyodizasyon) mantığı içerisinde ele alınması ve somutlanması anlamına gelir. Tüm dönemleri ve bağlamları aşan bir “meta-strateji” arayışı anlamsızdır, zira bu işi önemli ölçüde teori yerine getirmektedir.

Üçüncüsü, strateji, ancak özgül bir bağlamda inşa edilebilir. Bu özgül bağlam bir ülke ya da iç içe geçmiş dinamiklere sahip bir bölge olabilir. Ancak stratejinin evrensel bir düzeyde inşa edilmesi, hatta düşünülmesi imkansızdır.

Toparlarsak, bir stratejide; a) emperyalizmin iç hiyerarşisi, küresel yönelimleri, bölgesel politikaları, b) ülke kapitalizminin emperyalizmle eklemlenme tarzı, sermaye birikim biçiminin ihtiyaçları, rekabet gücü ve kar arayışı, c) ülkedeki sınıf mücadelesinin birikimi, sınıfların örgütlülük ve bilinçlilik düzeyi, d) ülkenin siyasal rejimi, siyasal ve toplumsal gündemleri, siyasal iktidarın politikaları ve yönelimleri, e) sosyalist solun ve ilerici güçlerin konumu, gücü ve imkanları, etkililik ve süreklilik düzeyi, f) işçi sınıfının ve ilerici toplumsal kesimlerin talep ve arayışları gibi başlıklar değerlendirilmiş ve bir bütünlük halinde yeniden üretilmiş olmalıdır.

Sosyalist hareketin toplumun hangi kesimleriyle ilişki arayacağı, hangi güçlerle ittifak ya da dayanışma içerisine gireceği, işçi sınıfı ile hangi araçlar ve gündemler üzerinden temas kuracağı, ülkenin siyasal ve toplumsal koşulları içinde hangi talepleri ve hedefleri öne çıkaracağı, giderek hangi kesimleri ve özneleri kendi hegemonyasına eklemleyeceği, ancak böylesi bir analiz ve o analizin sonucunda ulaşılan bütünlükten hareketle yanıtlanabilir. Bu yanıtlar, aynı zamanda, sosyalist iktidar hedefine nasıl varılacağını gösteren güzergahı da çizmektedir. Elde böylesi bir güzergah yoksa, bir stratejiye değil, olsa olsa bir hedefe, bir inanca, inada, hatta itikada sahipsiniz demektir.

İşte Türkiye sosyalist hareketinde, parçalı ya da embriyon halinde kimi ipuçları olsa da, bir bütünlük halinde eksik olan şey budur.

***

Bu bütünlük, yani stratejik düşünce, elbette bir anda “unutulmuş” ya da farkında olmadan “cepten düşürülmüş” değildir. Strateji kaybının da bir tarihselliği ve bağlamı vardır. Ve bu tarihsel bağlam, dünya üzerinde sosyalizmin geriye çekildiği dönemle dolaysız biçimde ilişkilidir.

Biraz daha geriye giderek, strateji bahsinin kilit ismi Lenin’den başlamak faydalıdır.

Lenin’in sosyalist devrim mücadelesini başarıya ulaştırdığı çağa dair temel özellikleri kabaca düşündüğümüzde, ilk olarak göze çarpacak olan, amansız ve inatçı bir iktidar arayışının varlığıdır. Dünya, giderek sarsılan dengelerin sonucunda bir topyekun savaşın içindedir. Bu savaşta, emperyalizmin hiyerarşisi eksiksiz bir biçimde işlememektedir. Benzer biçimde, ülke ölçeğinde de siyasal gündemler ve taraflaşmalar keskinleşmiş, buna mukabil kitle hareketleri öne çıkmış ve hatta militanlaşmıştır. Geniş kitlelerin en temel hak ve ihtiyaçları dahi kapitalizm tarafından karşılanamamaya başlamıştır. Bu koşullarda, sadece Rusya’da değil, Almanya ve Doğu Avrupa’da da sosyalist hareketlerin kitleselleşmesi, militanlaşması ve iktidar hedefinin yakıcılaşması söz konusu olmuştur. Zaten, dünya komünist hareketi tarihinin ittifaklar, taktikler, araçlar açısından en zengin ve üretken olduğu dönemin bu dönem olması da, yakıcılaşan ve acilleşen iktidar arayışının bir sonucudur. Ve bu dönemde, Lenin’in ve Bolşeviklerin temsil ettiği stratejik düşünce, hızla dünya komünist hareketinin gündemine hakim olmuştur.

İkinci Savaş sonrası oluşan uluslararası atmosfer ise, bu manzarayı büyük ölçüde değiştirmiştir. Her şeyden önce, iktidar arayışının bir kazanıma ve mevziye dönüştüğü Sovyetler Birliği korunması gereken bir değer olarak ayaktadır. Dolayısıyla, ne kadar kıymetli bir kazanım olduğu yokluğunda anlaşılan Sovyetler Birliği’nin korunması, dünya komünist hareketinin öncelikli gündemlerinden biridir. Ayrıca, dünya üzerindeki dengeler, bir önceki döneme kıyasla yerleşmiş ve oturmuş, “iki kutuplu dünya” görece stabil bir alan oluşturmuştur. Bu koşullar altında, özellikle batı ülkelerinin komünist parti ve hareketleri, bir yandan devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmek, bir yandan da Sovyetler’e yönelecek bir emperyalist saldırganlığı tahrik etmemek gibi ince bir çizgide hareket etmek zorunda kalmıştır. En çok da bu zorunluluğun etkisiyle, dünya komünist hareketi, yakıcı ve keskin bir iktidar savaşımı yerine, ideolojik, teorik ve kültürel alanlarda son derece etkileyici çalışmalara yönelmiş, kapitalizm koşulları altında bir komünist kimlik, etik ve estetiğin yaratımına öncelik vermiştir.

Eğer bir önceki dönem, “iktidar için savaşım” dönemiyse, bu dönem de “barış içinde bir arada yaşama” dönemidir.

Nihayetinde, ayrıntılarını herkesin bildiği biçimde, bu dönem sona ermiş, “iki kutuplu dünya” tablosu bozulmuş, Sovyetler Birliği ve sosyalist blok yıkılmış ve bu dönemin stratejisi de geçerliliğini yitirmiştir.

Ya da yitirmeliydi diyelim.

Çünkü, sosyalist harekette strateji kaybının tarihselliği ve bağlamı var derken kast ettiğimiz, tam da geçerliliğini yitiren bu stratejinin yerine bir yenisini koyamamak ve hala görünmez bağlarla o stratejinin dümen suyunda hareket etmekle ilgilidir.

***

Esasında, “barış içinde bir arada yaşama” döneminde dahi, Türkiye sosyalist hareketi devrimci ve militan karakterini korumakta başarılı olmuştur. Diğer bir deyişle, Türkiye sosyalist hareketi, bu uluslararası stratejinin en “sol” ve devrimci uçlarından biri olarak anılmayı hak etmektedir. Ancak sorun, bir dönemin (periyodun) temel özellikleriyle uyumlu bir stratejinin, bir başka döneme taşınması ya da yenilenememesidir. Türkiye sosyalist hareketinin başarısız olduğu uğrak, bu ikincisidir.

Yukarıda genel hatlarını çizdiğimiz dönüşüm, Türkiye’de 12 Eylül darbesi ve ardından gelen liberal saldırı ile örtüşünce, ne yapacağını şaşıran, ne yapacağı konusunda danışabileceği bir uluslararası devrimci otorite bulamayan, bu arada faşizmin ağır baskı koşullarında varlığını sürdürmeye çalışan, kitle bağları bir anda kopmuş, örgütlülük düzeyi aşağılara çekilmiş, kadrolarına kıyılmış, moral açıdan yıkılmış ve dört koldan saldırıya uğramış Türkiye sosyalist hareketi, en iyi bildiği veya en alışık olduğu şeyi yapmaya, hatta buna tutunmaya devam etmiştir.

Sonuçta, Türkiye sosyalist hareketi, bir önceki dönemin stratejisine de uygun biçimde, elindeki varlıkları korumaya, kapitalizm koşulları altında bir komünist kimlik, etik ve estetik yaratmaya, bu arada iktidar savaşımından önce teorik ve ideolojik arılığını sağlama alarak kendisine yönelen saldırılara yanıt vermeye çalışmıştır. Bu açıdan da eleştirilmesi değil, alkışlanması gereken bir tarihsel başarıya imza atmıştır.

Fakat bu başarı, bugünün mücadelesi için ihtiyaç duyulan stratejinin eksikliğini gözlerden sakladığı ölçüde, geride bırakılması gereken bir uğraktır da aynı zamanda. Aradan on yıllar geçmiş olmasına rağmen, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü zihin ve duygu dünyası, o dönemde oluşmuş kodlar, yatkınlıklar, ezberler tarafından biçimlenmektedir. Belki de sosyalist hareket, “her şeyin sarsıldığı” koşullar altında yeni bir strateji için salim kafayla tartışmanın olanağını bulamamıştır, ancak aradan geçen yıllar boşuna geçmemiştir ve şimdi eşiğinde olduğumuz mücadele evresi, bir stratejinin inşasını zorunlu kılmaktadır.

“Barış içinde bir arada yaşama dönemi” kapanmıştır. Önceliğini eldeki varlıkları korumaya, kapitalizm içinde kimlik ve varoluş kazanmaya veren “strateji”nin geçerliliği kalmamıştır. Bu strateji eksikliğini kavrayamamanın dolaysız sonucu, iktidar perspektifinin bir söze ve lafza indirgenmesi olmuştur. Çünkü stratejinin yokluğu, en başta iktidar hedefinin kaybına yol açmaktadır.

Türkiye sosyalist hareketi, “gecikmiş bilincini” kazanmak için daha fazla vakit kaybetmemelidir.

Dünya ve ülke, yukarıda Lenin’in çağına atfettiğimiz özelliklerle benzeşim gösteriyorsa eğer, bu dönemin bilinci de “Bolşevikleşme”den başkası değildir.

Evet, bir kez daha...